12 Şubat 2013 Salı


Hasan İzzettin Dinamo ‘nun anısına , bu bölüm Sayın yazarın ATEŞ YILLARI kitabından alınmıştır . Bugün acaba kaç kişi , Milli  Mücadele  yıllarında  İstanbul’umuzun göbeğinde Bostancı ‘da İngilizler ‘in kurduğu bu ölüm kamplarından haberi var ?



İŞGAL YILLARINDA İSTANBUL

“ ………. Mehmet Kemal , elindeki “ Peyamı Sabah “ gazetesini okumağa çalışarak , Yüksek Kaldırım’dan aşağı iniyordu . Ali Kemal , baş makalesinde Mustafa Kemal’e ateş püskürüyor , bu eşkiyalığın Osmanlı Devleti ve Milletine hayır getirmeyeceğini yazıyordu . Mehmet Kemal’in içini kurtlar kemiriyordu . Evet içi çok tedirgindi . Türkiye’nin üzerinde biriken karanlık fırtına bulutlarını kendi başının üstüne boşanacak sanıyordu . Kardeşi Ahmet’in Hıristiyan oluşu , Merzifon ‘daki Pontusçulara kendini kaptırışı , onu sonsuz üzüyordu . Babası , Balkanlarda gidip öldüğü günden beri içinde hiç te rahat etmediği yabancı bir yaşayışına dalgalarına kapılıp sürüklenerek bugüne ulaşmıştı .



Ruhunda kadere karşı sonsuz bir küskünlük duyuyordu . Türk Yurdunda bir Türk babanın öz çocuğu olarak meydana geldiği halde kendisini ne Türkler ne de Rumlar kendilerinden sayıyorlardı . Bu korkunç bir şeydi . Bugün , bir Rum dedenin eline bakıyor , onun sayesinde bir Tıbbiyeli olarak İstanbul ‘da bulunabiliyordu . . Başkaca kaderin bütün kapıları yüzüne kapalıydı .

Yanko Ağa , büyük bir fedakarlık yaparak onu İstanbul’a Tıp Fakültesine yollamıştı . Onu İstanbul’a yolcu ederken kulağına da şu öğütleri fısıldamıştı :

“ Sevgili torunum , Mehmet’im ! Biliyorsun , ben sizleri din alanında hiç sıkıştırmadım . Ancak , babanızın dini olan Müslümanlığa girmenizi de aklımla istedim . Çünkü , burası Türk Memleketidir . Biz Rumlar , burada , bir deniz içinde birkaç damla tatlı ırmak suyuna benzeriz . İçinde yaşadığımız yurtta çoğunluk geleneklerine uymak her zaman rahatlık sağlar . Türkiye’de azınlık denen küçük ulus parçaları , politikaya burunlarını sokmadıkça çok rahat yaşamışlardır . Bir de politika pisliğine bulaştılar mı başlarının üstünde bela çanları çalmağa başladı demektir . Politikadan ne kastettiğimi herhalde anlıyorsun . Bizim azınlıklarda politika , hep dış memleketlerdeki efendilerimizden üflenir . Biz de o rüzgara kapılır ve içinde rahatça yaşayıp gittiğimiz büyük ve ağır başlı insan yığınlarına diş bilemeye başlarız . Bu korkunç bir gidiştir . Çok cezasını çektik . Yine de çekeceğiz . Çünkü , burunlarımız yine politika kenefine girmiş bulunuyor . Şimdi , başımıza bir de Pontos belası çıktı . Kardeşin Ahmet Ortodoksluğa girmekle çok fena yaptı . Fenalık şurda ki yalnız bu dine girmekle kalmadı . Onun gerektirdiği zalim bir politikanın tuzağına da düştü . Onu da buradan uzaklaştırıp İstanbul’a göndermeyi çok isterdim . Ama Nuh dedi , Peygamber demedi . Başımıza büyük belalar gelecek Mehmet’im ; büyük belalar . Ben bu Venizelos akılsızına çok içerliyorum . Türkiye’yi Girit gibi küçük bir ada mı sanıyor nedir? Sen , sen ol Mehmet , yavrum , bu yanlış politikaya burnunu sokma . Sen bir Türk çocuğusun . Burası senin ana yurdun . Biz hep Türk sayılırız . Baksana hangimiz Rumca ya da Yunanca biliyoruz ? Yunanistan ‘dan bizi Yunanlaştırmak için gönderilen öğretmenler bile bir başarı kazanamadılar . Mehmet, son sözlerimi söylüyorum . İyi dinle : İstanbul gibi büyük bir şehirde bir Rum anadan meydana gelmek büyük bir uğursuzluk sayılmaz . Çünkü milletin bu gibi küçük şeylerle uğraşacak vakti yoktur . Buralarsa bu gibi talihsiz işler için her zaman tehlikelidir.

Bak . ne çok üzüldüğümü bilmezsin . Senin adını buralarda “Gavur Mehmet’”e çıkarmışlar . Kardeşinin adı elbette “Gavur Ahmet !“

İşte salt bu yüzden senin İstanbul’da doktor çıkıp yerleşmeni istiyorum . Ben de fırsat bulursam bağları , bahçeleri satıp İstanbul’a yerleşeceğim . Buralar koktu artık yavrum . Buralarda hiçbir vakit Pontos devleti kurulamaz . Türkler , Mustafa Kemal Paşa partiyi kazanırsa , artık buralarda bizim gibi belalı kimselerin yaşamak hakkı kalmaz . Bunu böylece bilmiş ol . İşte, o gün kıyamet bizim için kopar . Ah , şu kardeşin Ahmet’i bu fanatik , politikacı papazların elinden bir kurtarabilsem ! Bunu bir kez daha deneyeceğim . Son sözüm ; Yavrum , bu vatanda mutlu bir insan olmak istersen Türk kal ! Kader seni çoğunluğa mal etmeye kararlıysa ona karşı koyma . Azınlıklar , dünyanın her yanında tehlike içindedir . Çünkü , azınlıkla çoğunluğun her zaman birbirine batacak zehirli dikenleri vardır . Dikenlerin acısını duyan azınlık , her zaman filozofça susmak ve sineye çekmek zorundadır , çoğunluksa , çabuk öfkelenir ve öfkesi korkunç olur . Senin de ufak tefek dikenlerin olmakla beraber sen çoğunluğun malısın ; ondan kopmamağa , onunla kaynaşmaya çalış . Şu güzelim yurdumuzda çoğunluk ve azınlık insanı olarak başımıza ne belaların geleceğini kestiremeyiz . Bu belalar yakındır , evladım . Sana Tevrat ya da İncil diliyle konuşur gibi öğüt vermeye çalışıyorum . Başka türlü de konuşamam . Haydi , şimdi , yolun açık olsun !

Mehmet Kemal , İstanbul’da gezerken hep bu sözlerin anlamını yeniden ve yeniden yaşıyor , dünyaya bir Türk çocuğu olarak geldiğini , bir tek adama en büyük saygı ve sevgiyle bağlandığını görüyordu ki bu da dedesi Yanko idi . Dedesi iyi bir insandı . Herkese karşı iyiydi . Rum’du ve hıristiyandı . Bu soydan insanlar da Pontosçu namıyla bütün Karadeniz bölgesini kasıp kavuruyor , yine onun soyundan olduğunu söyleyen Yunan ulusunun orduları , Anadolu’nun batı kapısından içeri dalmış yakıp yıkarak , asıp keserek ilerliyorlardı . Dünyada Dedesinden başka hiçbir koruyucusu yoktu . Babasının Şehit düşmesi bütün aile için çok kötü olmuştu . Kader böyleydi . Elden ne gelirdi !

Bu acı düşüncelerden sonra bir yağmur sonrası güneşine benzeyen tatlı ve aydınlık bir gençlik iyimserliği geliyor ve hepsini çabucak silip süpürüyordu . İşte , bu serin havada da o tatlı gençlik iyimserliğiyle dopdolu olarak yüksek kaldırımın bozuk düzen merdivenlerinden ayak yordamıyla aşağı inmeye çalışıyordu . Elindeki gazeteyi karşıdan gelenlere çarpmamağa çalışarak okuyor , bu yüzden de çok yavaş yürüyordu .

Birden bire bir iki basamak aşağıdan buyruğa benzer sert bir ses işitti . Söylenenler İngilizceydi . Kafasını gazetesinden kaldırarak baktı . Karşısında ve biraz aşağıda uzun boylu , yakışıklı iki İngiliz denizeri duruyordu . Bunlar İnzibat erleriydi . Kollarında işaretleri , ellerinde copları ve bellerinde tabancaları vardı . Askerlerden biri doğruca Mehmet Kemal’e yönelerek , İngilizce :

“ Dur , davranma ! “

Diye bağırdı . Mehmet Kemal , bir yanlışlık olduğunu , belki arkasındaki bir başkasına söylüyor sanarak dönüp arkaya baktı . Arkasında ve yanında hiç kimse yoktu . Yeniden İngiliz askerine döndüğünde , onun tabancasını çekmiş ve kendisine doğrultmuş olduğunu gördü . Bu sırada Mehmet Kemal , korkunç gerçeği apaçık gördü : Askerlerin her ikisi de fitil gibi sarhoştu . Tabancayı kendisine doğrultmuş olan askere İngilizce :

“ Ne oluyoruz , arkadaş ?”

Demeğe kalmadı , Denizeri tabancasını ateşledi .

Bildiği İngilizceyle bu tehlikeyi savuşturabileceğini hesaplayan Mehmet Kemal , karşısındaki iri yarı denizciyi Shakespeare ‘in

Tiyatrolarındaki ufak-tefek sempatik kahramanlardan biri olarak düşünmekten henüz kurtulamamıştı ki tabancadan çıkan kurşun , göbeğinin epeyce altından girip kuyruk sokumunun üstünden çıktı gitti .

Mehmet Kemal , o zaman bu askerin Shakespeare’ in tiyatrolarını oynayan basit bir aktör olmadığını yıldırım hızıyla düşündü . Shakespeare ‘in kahramanlarının elinde de böyle tehlikeli bir silah hiçbir vakit bulunmamıştı . Mehmet ‘in karşısındaki İngiliz denizcisi , daha pek yakın bir geçmişte dünyayı yenen bir ulusun , damarlarında henüz kan yerine zafer uğultusu akan bir çocuğuydu . Böyle bir askerin gözünde bütün yürüyen , duran ve uçan canlıların hepsi bayağı birer erekten başka bir nesne değildi . Mehmet Kemal ‘in bundan zerrece haberi yoktu .

Denizcinin elindeki tabancadan bir ses falan çıkmasaydı, Mehmet Kemal , vurulduğunu bile anlamayacaktı . Durumu çabucak kavradı , ilk kurşunun ardından gelecek öbür kardeşleri , birkaç saniye içinde işini bitirebilirdi . Birden bire usuna kendi tabancası geldi ve ilk kez bir insana ateş etmek üzere onu yıldırım gibi çekti . İngiliz askerinin göğsüne boşalttı . Elindeki tabancayı yeniden ateşlemeye çalışan asker , haykırarak kaldırıma serildi . Uzun kol ve bacakları ile , taşları bir süre dövdü . Mehmet Kemal , gözlerinin önünde yeşilli - kırmızılı bir şeylerin uçuştuğunu ve dizlerinin kesildiğini duymaya başlamıştı .

Kurşunun delip geçtiği yerden korkunç bir acı yükseliyordu. Bayılmak üzere olduğunu duyuyordu . Bu ara arkadaşının vurulup öldüğünü gören öbür asker de tabancasını çekmiş ateş etmeğe davranıyordu . Mehmet Kemal , tabancasındaki kurşunlardan birkaçını da ikinci askerin göğsüne boşalttıktan sonra yüzü koyun kaldırıma serildi ve kendisinden geçti . Şimdi , kaldırımda üç genç adamla üç tabanca , birer yana fırlamış , kımıldamadan duruyordu . Genç insan gövdelerinden akan taze , dumanı tüten sıcacık kan , kaldırımdan aşağıya sızmaya başlamıştı .

En kalabalık bir yolda bir Türk’ün iki İngiliz askerini vurup öldürdüğünü işiten her türlü halk , merak içinde oraya akın etmişti . Ne var ki olay yerine hiç kimse yaklaşmıyor , elden geldiğince uzaktan bakıyordu . Yolun her iki yanında mağazaları olan Rum , Ermeni ve Yahudiler , korkudan içeriye kaçmış , olay yerini camlı kapıların ve vitrinlerin arkasından seyrediyorlardı .

İngiliz subay ve askerlerin olay yerinde gözükmesi çok gecikmedi .

İlkönce iki ölü ile yaralı Mehmet Kemal ‘i biraz ötedeki

Kuledibinde bulunan İngiliz Deniz Hastanesine kaldırdılar . Olayın çevresindeki bütün dükkan sahipleri ve tezgahtarları sorguya çekildi . Hepsi de hemen - hemen ağızbirliği etmiş gibi şöyle diyorlardı .

“ İngiliz denizcilerini vuran Türk gencini hiçbirimiz tanımıyoruz . Onu bundan önce buralarda hiç görmedik . Bu delikanlı , gazetesini okuyarak dalgın – dalgın yukarıdan iniyordu . Birden bire iki İngiliz askeri onun karşısına dikildi . Sonra bunlardan biri tabancasını çekerek ateş etti . Ağır yaralanan Türk , kendisine birkaç kurşun daha atılacağını anlayarak koynundan tabancasını çıkardı , ikisini

de vurdu .”

İngiliz , askeri sorgu yargıçlarıyla polisi , Yüksek Kaldırım esnaf ve tüccarından bu çok namusluca verilmiş anlatımı alarak şimdiki kuledibi Belediye Hastanesi olan o zamanki İngiliz Deniz Hastanesine koştular .

Mehmet Kemal , ameliyat masası üzerinde hayal - meyal çalınan İngilizce şu sözlerle kendine geldi ;

“ Kurşun göbeğin bir karış altından girmiş , kuyruk sokumunun üzerinden çıkmış . Bağırsaklara değmeden geçtiğini sanıyorum .”

Bunu genç bir operatör , öbür meraklı İngiliz doktorlarına söylüyordu . Mehmet Kemal , buranın İngiliz askeri hastanesi olduğunu anlamıştı . Ancak henüz çok merak ettiği kimi nesneler vardı ki bunları öğrenmesi için zaman isterdi .

Tentürdiyotun keskin kokusu , iyice kendine gelmesine yardım etti .Sırtüstü yattığı masanın çepçevre ak hastane giynekleri giymiş sarışın , mavi gözlü meraklı hastane insanlarıyla çevrilmiş olduğunu gördü . Bu yüzlerde , nedense, düşmanlıktan çok merak okunuyordu . Hangi ulustan pek anlayamadığı iki hemşire uzun sargılarla belden aşağısını sıkıca sardılar . Sonra onu küçük bir odaya götürüp ak çarşafları iç açan bir yatağa yatırdılar .

Karnının aşağısından yükselen cehennem gibi gibi bir acı , Mehmet Kemal ‘i her dakika uyanık tutuyordu . Bu yara Merzifon dağlarında yediği kurşun yarasından daha can yakıcı geliyordu ona . Uyuyabilse bu korkunç acının şerrinden kurtulabilecekti . Nerede o kurtarıcı uyku ? O ,

Bu acılar içinde kıvranıp dururken kapıda dikilmiş süngülü nöbetçinin selam durduğunu gördü . Küçük koğuşa üç İngiliz subayı girdi . Mehmet Kemal’in gördüğüne göre üçünün de yüzü asıktı ve sağır bir perde bu yüzlerin arkasındaki düşmanlığı ve öfkeyi boşuna gizliyordu . Bunlardan biri İntelligence Service memuru , öbürü bir inzibat subayı , üçüncüsü de genç bir sorgu yargıcıydı . Bu ara , kapıda duran gözlüklü , büyük burunlu Ermeni tercümana el ederek içeri çağırdılar .

Bunlar Yüksek Kaldırım ‘da olayın geçtiği yerde inceleme yapıp zabıt tutan sorumlulardı . Sorgu yargıcının istediği bilgileri almak üzere Ermeni tercüman sormağa başladı :

“ Adın ne ? “

“ Mehmet ! “

Sorgu yargıcı :

“ Evet bunu kimlik kağıdından öğrenmiştik . Hazma oğlu Mehmet yazıyordu . Üzerinde bulduğumuz biricik belge buydu .”

Mehmet Kemal , bu sırada hepsini şaşırtacak biçimde bir iş yaptı : birdenbire İngilizce konuşmağa başladı . Amerikan şivesiyle olmakla beraber güzel bir İngilizceydi bu :

“ Söyleyin , tercüman bey boşuna yorulmasın , dedi . Ben Amasya ‘ lıyım . Amasya ‘nın bir köyünden . Babamın adı Hamza pehlivan . Anamınki Safiye . Merzifon Amerikan kolejini bitirdim . Daha pek yakında İstanbul ‘a geldim Tıbbiyeye girdim . Bu alanda başka soracağınız

bir şey var mı ? “

İntelligence service memuru şöyle bir soru sordu :

“ Siz bu Hıristiyan okulunda eğitim gördünüz . Bu sizi batı uygarlığına karşı bir sempati beslemeğe götüreceğine ona karşı düşmanlığa mı götürdü ? İngiliz askerlerini tavşan gibi avlamak için mi o kolejde yıllarca dirsek çürüttünüz . ? İki İngiliz Tommy ‘ sinin gerçek bedeli nedir

biliyor musunuz ? “

“ Ben kendimi korumak için ateş ettim . Biraz daha gecikseydim , gövdem kalbura dönecekti .”

“ Bıcak , tabanca taşımayı işgal kumandanlığının yasak ettiğini bilmiyor musun ? “

Bunu inzibat subayı sormuştu .

“ Ben silahı küçükten beri çok severim . Çok ta iyi kullanırım . Ancak bu yaşıma dek bu silahla canlı hiçbir şey

vurmuş değilim . Vurmak ta istemem .”

“ Ama bizim Tommy ‘ leri tavşan gibi avladın . Şimdiye dek hep cansızlara ateş ederek mi nişancılık öğrendin ? Doktor kalçanda kocaman bir kurşun yarası görmüş . Demek ki sen kolejin kapalı kaldığı zamanlarda cepheye de gittin .

Askerlik ya da yedek subaylık yaptın ? Buna ne dersin ? “

“ Kalçam bir av partisinde bir kaza kurşunuyla delindi . Ben , henüz askere gitmedim .”

“ Buna biraz güç inanılır .”

“ Ben henüz askerlik yapmadığım gibi hiçbir yabancı ulusa düşmanlık beslemeyi de henüz öğrenmedim . Ben , şiddetli bir karaktere de sahip değilim . İnsanların kardeş olmasını isteyenlerdenim . Canlı yaratıklara karşı

istemeyerek , elimde olmayarak ilk silahı bugün kullandım . Yine diyorum ki kendimi korumak için kullandım bu silahı.

Bu yüzden kendimi bir katilin karışık vicdan acılarıyla kemirilir duymuyorum . Kendi memleketimin kanunları , bu olaydan dolayı beni ancak beraat ettirebilirdi .

İki sarhoş asker , rastgele canlı erekler üzerinde atış eğitimi yapıyor . Kim bilir bu , kaçıncı olaydır . Bu kez de canlı erek olarak benimle karşılaşıyorlar . Talihsizliklerine yansınlar . Arslan gibi yakışıklı iki çocuğun ölümünü elbette zaman – zaman anıp üzüleceğim . En sonra romantik ruhlu bir gencim ben de , işgal kumandanlığının bunun için bana vereceği cezanın ağırlığını da biliyorum ; hiç korkum yok . İşgal kumandanlığı vereceği ölüm cezasıyla , o da ölünceye

Dek , ancak adalet duygularımın romantik güzelliğini de darmadağın edecektir . Ne yapalım . Bunun da pek öyle önemi yok .”

“ Demek ölümden korkmuyorsunuz ?”

“ Hayır , korkmuyorum .”

Bu sırada Mehmet Kemal , beyninin boşaldığı duydu ve kuş tüyü bir boşluğuna düşer gibi rahat bir baygınlık iklimine girdi. Subaylar , bu ağır yaralı hasta ile çekişmede çokça ileri gittiklerini anlayarak çekilip gittiler . Nöbetçi , odanın kapısını kapadı ve kapının önünde kısa aralıklarla gidip gelmeğe başladı .

İngiliz doktorları Mehmet Kemal ‘e çok insanca baktılar.

Yarası işlediğinden hastanede iki ay yattı . Sonra taburcu edildi ve bir inzibat subayı , iki ay yattı . Sonra , taburcu edildi ve bir inzibat subayı , iki silahlı deniz askeriyle hastaneden alınıp götürüldü . Tepebaşı ‘nda Kroker Otelinin merdivenlerini tırmanırken , serüveninin asıl bundan sonra başlayacağını anlıyordu . Kapısında “girilmez “ yazılı bir odanın kapısında durdular . Kapının sağında ve solunda iki İngiliz nöbetçisi bekliyordu . İnzibat subayı kapıyı açarak içeri girdi . Biraz sonra çıkarak Mehmet Kemal ‘i de önüne düşürdü . Odaya girdi .

Üzeri camlı geniş bir masanın çevresindeki maroken koltuklarda iki genç İngiliz subayı oturuyordu . Mehmet Kemal , içeri girince bunlardan uzun boylu , sert yüzlüsü , yüzbaşı Bennett , elindeki kamçıyla sarı çizmelerini döğerek ona baktı , Mehmet Kemal , İngiliz istihbarat servisinin bu korkunç kaplanının mavi ve yırtıcı bakışlarını , ruhunun ta derinliklerinde duydu .

Yüzbaşı Bannett , gözlerinin titretici bakışlarını andıran soğuk ve alaycı sesiyle :

“ Bana bak külhanbey , dedi , iki aydır seni bekliyordum . Bir türlü hastaneden çıkamadın , ama , bundan sonra elimdesin . İki İngiliz askerinin değeri üzerinde sana epeyce bilgi vermek zorundayım . “

Yüzbaşı , sözünü bitirince kamçısını daha hızlı olarak çizmesinde şaklattı ve inzibat subayına :

“ Onu benim odama indirsinler ! “

Diye buyurdu . Mehmet Kemal , iki dakika içinde sürüklenir gibi Kroker Otelinin bodrum katında bulunan sağır ve loş , beton duvarlı ve beton tabanlı bir odaya indirildi . İki iri yarı askerin ortasında dikilip duran Mehmet Kemal ‘in gözleri duvarlara ilişti : Karşı duvarda uçları duvara gömülmüş yan yana iki halka görünüyordu . Duvardaki raflarda türlü kelepçeler , kamçılar , hiç görmediği kimi aletler gördü .Pek korkunç bir yere düştüğünü anladı . Biraz sonra , merdivenlerden mahmuzlarını şakırdatarak birisinin indiği işitildi . Kapının önünde uzun boyu , geniş omuzları ve tiksinti , öfke , gurur dolu yüzüyle yüzbaşı Bennett göründü . Mehmet Kemal ‘e :



“ Geç , otur bakalım , şu demir sandalyeye külhani , dedi . Seninle biraz görüşelim . “

Mehmet Kemal , demir soğukluğunu kaba etelerinde duyarak sandalyeye çöktü Yüzbaşı , iki askere :

“ Açın şunun kelepçelerini ! “

Diye emrettikten sonra yine Mehmet Kemal ‘e döndü :

“ Paçavra Türk ! Diye gürledi , söyle , neden öldürdün o iki İngiliz askerini ? “

Mehmet Kemal ‘in morali sıfıra doğru hızla inmekteydi : Bu adamın burada işkence yaparak kendisini öldürebileceğini aklı kesmeğe başlamıştı . “ Ölmeden önce şu demir sandalyeyi kaldırıp onun başına vurabilir miyim ? diye düşündü . Göz ucuyla bakınca sandalyenin ayaklarının

Betona gömülü olduğunu gördü .

“ Evet buradan benim ancak ölüm çıkar . “ Diye düşüncesini

sürdürmekteyken , yüzbaşı Bennett , onu bu düşüncelerinden ayırdı :

“ Söyle , bakayım , Karakol terör örgütünün hangi hücresindensin ? Kimlere bağlısın ? “

“ Karakol örgütü sözünü ancak şimdi o da sizden işitiyorum . Henüz İstanbul ‘da hiç kimseyi tanımıyorum . “

“ Galatalı albay Şevki Beyi , albay Kara Vasıf Beyi de işitmedin mi hiç ? “

“ İlk kez sizden işitiyorum bunları .”

“ Peki , Halide Edip , doktor Adnan Bey adındaki kimseleri de tanımıyor musun ? “

“ Halide Edip Hanımı romanlarından bilirim ; Doktor Adnan Beyi yine ilk kez sizden işitiyorum . “

“ Doğruyu söylediğinizden emin misiniz ? “

“ Eğer böyle bir örgütün üyesi bulunsaydım , ağzımdan bir tek sözcük alamazdınız . Namusum üzerine söylüyorum : Böyle bir örgütün varlığından habersizim .

Varsa bile bilmiyorum .

“ Öğrenciler , dünyanın her yanında her zaman fesatçı ya da özgürlükçü ayaklanmaların başında gelirler . İlk ayaklanma kımıldanışları hep onların arasında örgütlenir .

İstanbul ‘da da böyle bir örgütlenmenin varlığını gösteren belirtiler var . İki İngiliz askerinin , bir tıbbiye öğrencisinin kurşunlarıyla öldürülmesi ise kuşkumuza daha çok güç veriyor . Bir tıbbiye öğrencisi üzerinde ne diye tabanca

taşır ? Hem de işgal kumandanlığının bunca sıkısına karşın1”



“ Biz Türklerin , silahı çok sevdiğimizi siz de yakından bilirsiniz . Daha beş yaşında babalarımız , ağabeylerimiz , modası geçtiği halde bize ok atmayı öğretirler . Babam , çok iyi bir nişancıydı . Fransızların Franc- tireur dedikleri keskin nişancı . Babam bana okla - yayla oynamayı öğretmedi , ama tabancayla , martinle nişan atmayı öğretti . Hemen – hemen

beş yaşından beri tabanca taşırım . Dedemin evinde bir de mavzerim vardır . İnan olsun , ben şu iki İngiliz askerine gelinceye dek hiçbir canlıya kurşun atmadım . Ancak , silahlı

gezmekten çok hoşlanıyorum . bütün isteğim memleketin en iyi nişancılarından biri olmaktı . Doğrusu babamın cephedeki bir çarpışmada ölmesinden sonra daha iyi tabancalar ve daha

çok kurşun buldum .Kolejde sizin Robin Hood ‘ unuzun ve İvanhoe ‘ nuzun hayranı oldum . Byron , Chillon mahpusu Bonnivard için dünyanın en tatlı mısralarını yazdı .

Şu iki ay içinde çok yakından ve derinden anladım ki özgürlük salt büyük şairlerin dillerinde dolaşan yangınlı isteklerden başka bir nesne değilmiş . Siz İngilizler , Türkiye ‘ye biraz da Yunan kurtuluş savaşını körüklemek için canını veren Lord Byron gibi geliyorsunuz . Child Harold ‘ un yapamadığını siz başarmağa sözlü gibi görünüyorsunuz . “

“ Siz Anglo – Sakson kültürüyle iyi beslenmişe benziyorsunuz.

Talihsizliğiniz şurda ki dünyaya bedel iki İngiliz askerini öldürmüş bulunuyorsunuz . Bunun için sizi hemen bugün askersel mahkemeye vermek zorundayım . Size bir şey daha soracağım : Merzifon kolejini nasıl buluyorsunuz ? İyi öğrenci yetiştiriyor mu ? “

“ Ne yazık ki yalnız Hıristiyan ve pontusçu yetiştiriyor . Yazık hepsinin dirimi tehlikede . Benim ikiz kardeşim bile Hıristiyan – Ortodoks olarak vaftiz edildi . Bununla kalsa yine iyi , onu bir de , kendi öz yurduna karşı kurulan Pontos terör organizasyonuna soktular .

“ Demek ki Amerikan koleji iyi çalışıyormuş . Merzifon ‘da

bizim bir tabur askerimiz olacak . Onlarla konuşup görüştün mü hiç ? “

“ Ara sıra görüştüğüm oldu . Kendi başlarına çok iyi çocuklar . Mustafa Kemal ‘in ve Kuvvayi Milliyecilerin

korkusu , Merzifon ‘ da da dağları bekliyor , İngiliz taburu da çoktan oradan çekildi . “

“ Korkuyorlar mı demek istiyorsunuz ? “

“ Elbette korkarlar , Onları çevreleyen Türk Halkı , Tükenmez bir tehlikedir onlar için . Samsun dağlarında kan gövdeyi götürüyor , pontosçular Türkleri , Türkler de buna karşılık pontos çekirdeğidir diye Rumları kesip duruyorlar .

Benim dedemin her zaman dediğine göre sizin Lloyd George

İle Venizelos ‘un oyunları ve kışkırtmaları olmasaydı Anadolu ‘ daki Rumlar ve Türkler kardeş gibi geçinip gideceklerdi . “

“ Sizin dedeniz uyanık bir adama benziyor .”

“ Akıllı ve çok iyi adamdır .”

“ Kuvayi Milliyeci midir o da ? “

“ Kuvayi Milliyeci olamaz , çünkü Türk değildir .”

“ Ya , nedir ? “

“ Rumdur . Ben de Türküm .”

“ Babanız Türk olunca elbette siz de Türk olacaksınız .

Bakın , şimdi , acıdım size . Ne yazık ki kurtuluş umudunuz pek az . Bu işle İşgal Orduları Kumandanı General Harrigton çok yakından uğraşıyor . Size bir şey sorayım : Bu askerler sizde tabanca olduğunu sezdikleri ya da bir başkasınca ihbar edildiğiniz için mi sizi durdurmak istediler ? Kim bilir , belki de sizi çoktandır izledikleri tehlikeli bir sabıkalıya , bir milliciye benzetmişlerdir . Şu anda ne desek boş . İkisi de ölmüş . Ağızlarından bir şey alınamaz .”



“ Evet , beni birisine benzetmiş olabilirler . Yazık , üç gencin yeryüzünden silinmesine yol açtı bu iş . “

“ Sizi tehlikeli bir yer altı örgütünün adamı sanmış , ona göre hazırlanmıştım . Aldanmışım , Siz beni belki hiç işitmemişsinizdir . Ben , İstanbul ‘da İntelligence service ‘in icra organıyım . İstanbul ‘un Türk yer altı organizasyonları benim adımdan titrerler . Yüzbaşı Bennett ! Bu adı aklınızda tutun , kazara ölmez de yaşarsanız bu adı çok işiteceksiniz . Şimdi , sizi mahkemeden bekliyorlar . Benim , sizin için vereceğim rapor belki sizi ölümden kurtarır . Bu da bir şeydir . Haydi goodby ! “

Yüzbaşı Bennett , Mehmet Kemal ‘i yukarıda bekleyen bir teğmenle iki süngülüye vererek mahkemeye gönderirken teğmene :

“ Ellerine kelepçe takmayınız ! “ Diye buyurdu .

Mehmet Kemal , loş bir salonda üç kişilik bir askeri yargıç kurulunun karşısında da epey ter döktü . Ne var ki

İçten ve doğru konuşması , çokça hırpalanmasına meydan vermedi . Yaşlıca başkan , bir Ermeni tercümanın yardımıyla her mahkemede sorulan soruları sorduktan sonra çok basit bir iş görüyormuş gibi iki İngiliz askerini öldürdüğü için onun kurşuna dizilerek idam edilmesine oybirliğiyle karar verdi ; sonradan bu ölüm kararının kelebentliğe çevrildiğini anlattı . Mehmet Kemal , İngilizcenin edebiyatını anlıyorsa da hukuk terimlerini bilmiyordu . Kurşuna dizilerek idam edileceğini işitmiş , artık , gerisini dinlememişti .Ölüm birden bire , gözlerinin önün annesini , kardeşlerini ve dedesini getirmişti .

Ermeni tercüman , başkanın kararını olduğu gibi Mehmet Kemal ‘e anlattı . Tercümanın dediğine göre Mehmet Kemal idam edilmekten kurtulmuştu . Bu Yüksek Kaldırımdaki

gayri müslim esnafın olayı pek de namusluca anlatmış olmalarından ileri geliyordu . Durup dururken hiçbir kışkırtma yokken üzerine ateş edilmesi onu ölümden kurtarmıştı . Bir türlü kulaklarına inanamıyor , avutulduğunu sanıyordu . Tercümanın pek içten bir Türkçeyle söylediği sözler onu bir türlü kandıramadı :

“ Zo ! dedi , neden inanmazsın ? İlkin sana askerler ateş etmişse işte bundan seni idam etmezler . Bunu hafifletici sebep olarak buluyorlar . “

Buna Mehmet Kemal ‘in usu bir türlü yatmadı . Tercüman , kalın kara kaşlarının altındaki zeki ve kara gözleriyle ona bakarak şunu da söyledi :

“ Durumunuz çok ağırdır . Karar temyiz edilecektir . Yine deorum . İdam edilemeyeceksiniz .”

“ Hala beni avutmaya çalıştığınız sanıyorum .”

“ Zo ! Zo ! Ben de Türk sayılırım . Üç – beş kuruş için burda çalışıyorsam ben vatansız mıyım ? Size doğruyu söyleorum . En sonra benim bu dediklerimi anarak doğru söylediğimi anlayacaksınız .”

Yargıçlar kalkıp salondan çıktılar . Muhafızlar Mehmet Kemal ‘i alıp dışarıda kapının önünde bekleyen bir otomobile bindirdiler . Bileklerine tel kelepçeyi geçiren iki muhafızla bir İngiliz teğmeni , akşamın , yeni - yeni basan soğuk ve ıssız karanlığı içinde otomobili Galata Köprüsüne doğru sürdüler .

Mehmet Kemal , “ Böyle nereye gidiyorum , diye düşündü,

Artık , işin şakası kalmadı . İdamlar , bir gelenek olarak hep sabaha karşı yapılır . Ben de ölüme gidiyorum . Bu doğru . Ancak , hangi ölümle öleceğim? Ölümlerden ölüm beğen deseler mutlaka kurşuna dizilerek ölmeyi seçerdim . En kolayı mutlaka odur . Darağacında , giyotinde , süngülenerek , yakılarak , suda boğularak ya da Amerika ‘daki gibi elektrikli sandalyeye oturmak pek çirkin bir ölüm biçimleri . Askerlerin uyguladıkları kurşuna dizme gerçekten en çabuk , en rahat ve insanca ! Askerlerin elinde olduğum için kurşunlanacağımı umarım . Bununla beraber durumum çok acı . Hiç kimse nerde ve niçin öldüğümü bilmeyecek . Karanlık bir sabahın genişliği içinde bir manga askerin yaylım ateşi . Sonra ,

delik – deşik bir gövde ! Bari , düşüncelerim , havalarda gezip dolaşabilseler , sevdiğim insanları gidip bulabilseler ve ne biçimde öldüğümü onlara bildirebilseler ! Ne gezer ! İnsanoğlunun ölümü , bir farenin , bir buğday tanesinin ve bir ağacın ölümünden , bunların sonucundan hiç ayrılığı olmayan bir şey . Bu kurşun sesleri , benim son soluğumun titreşimleri , belki zamanın içinde dönüp duracak , ama , onları kim ve ne zaman ayırt edebilecek ? Hiç olmazsa yurttaşlarım , milletimden birkaç kişi ölümümün ne biçimde olduğunu bilseydi , bu ölüme daha yüreklice gidebilirdim .

Şimdi , içimde umutsuzluğun ezici gücünü andıran bir korku var .

Bu , yağlı , zifir gibi karanlığıyla bütün ruhumun

deliğine - deşiğine işliyor , bütün yolları hava deliklerini tıkıyor .”

Hayali dizginsiz , çok canlı bir biçimde işliyordu . Böyle

Elikolu bağlı olarak ölüme gidişini bir türlü içine sindiremiyor , doğaüstü bir gücün , otomobilin içinden

Alıp kendisini kaçırmasını bekliyor , bayıltıcı benzin kokusu

Ve motorun sıcaklığından ellerine , yüzüne vuran sıcak dalga kendisini gerçeğe bağlamakta geçikmiyordu .

Karnındaki yara yerinin derinden derine kendisine baygınlık veren bir acı ile sızlamağa başladığını duyuyordu . Issız sokaklarda tek tük yolcular , köşe başlarında Türk polisleriyle birlikte İngiliz devriyeleri de göze çarpıyordu . Keskin bir soğuk , sanki caddedeki ışıkları dondurmağa çalışıyor , sulu bir kar caddeleri ıslatıyordu .

Bu Mehmet Kemal ‘in içini daha çok üşütüyor , dizleri

Hafifçe titriyor ve sol ayağı otomobilin tabanına çarparak

Biteviye bir ses çıkarıyordu .

Mehmet Kemal ‘i çileden çıkaran nesne , en büyük Türk şehrinin caddelerinden yabancı bir ulusun askerleri eliyle kaçırılırken herkesin yolun iki yanında sıralanan evlerinde rahatça uyuması , onu geriye kalan şu bir kaç saatçiğinden haberdar olamayışıydı . Koca bir şehir dolusu

Türk , kadını , çoluğu – çocuğuyla Onun , kurşunlara her an biraz daha yaklaşan geniş göğsünün geçirdiği büyük heyecandan ve umutsuzluk fırtınasından habersizdi . Otomobilin , deniz kıyısında durduğunu gördü . Gözlerini bağlamadıklarına , buna hernasılsa unutmuş olduklarına çok sevindi . Deniz karanlık , epeyce de dalgalıydı . Boğazın suları yine eskisi gibi Akdeniz ‘e doğru sonsuz yuvarlanışını sürdürüyordu . Sarayburnu ‘ ndan Bebek ‘e dek İngiliz , Fransız , Amerikan , Yunan ve İtalyan , savaş gemileri , demir atmış , kımıldamadan duruyorlardı . Ararsıra bunlardan birinin projektörü , Sarayburnu ile Rumelihisarı arasına düşen geniş su yüzeyini apak ışığıyla tarıyordu . Mehmet Kemal , bunları her zaman görürdü ; bu gece bunlara daha özel bir ilgi ile baktı . Son gecenin elden geldiğince zengin izlenimlerle geçmesini istiyordu .

Yabancı ulusların boyunduruğuna girmiş bir ulusun ne korkunç koşullar altında yaşadığını artık bütün acılığıyla anlamaya başlıyordu . İstemeyerek adam öldürmüş , kendi

Ulusunun mahkemelerinde yargılanmak olanağına kavuşamamıştı .

O , bunları düşünürken , subay , onu kolundan tutup indirdi . Rıhtımın kıyısında homurdanan bir motora atlayabilmek için de bu subayla motordaki denizcilerin yardımı gerekti .

Soğuk bir deniz havası , hafif su serpintileriyle yüzünün ateşine çarparken motor son hızla Anadolu yakasına doğru uçmağa başladı .

Motor , bir İngiliz dritnotunun yanından geçerken Mehmet Kemal , bu çelik külçesi canlı imiş , motorla

birlikte kendisini de yutmağa davranıyormuş gibi soğuk bir ürperti duydu . Dritnottaki çift projektörler , küçük motorun arkasına düştü . Mehmet Kemal , birkaç kez kar gibi ışık köpüğü içinde kaldı , gözü de , ruhu da kamaştı . İngiliz bayrağı , motorun arkasında gürültüyle dalgalanıyordu .

Motor , Üsküdar Vapur İskelesinde durdu . Mehmet Kemal ‘i indirip hemen oracıkta bekleyen bir başka İngiliz otomobiline bindirdiler . Otomobil , hemen Kadıköy yolunda ilerlemeye başladı. Mehmet Kemal , şöyle düşünüyordu . “ Yahu , meğer ben ne önemli adammışım da şimdiye dek haberim yokmuş .” Yüzüne sinirli bir gülümsemem gerildi . Bir dram oynanırken mizah yapılamıyordu . Dram içinde ancak yergi , yürek serinletilebilirdi . “ Herhalde İngilizlerin idam yerleri ıssız bir köşede olsa gerek ! İstanbul ‘da herkesin gözü önünde adam öldürmekten çekinmelerini doğru buluyorum . General Harrington cenapları , hiçbir vakit ellerini eldivensiz kana sürmez . Eldivensiz kan dökmek elbette centilmenliğe yakışmaz .” Bu düşüncelerini sıtmalı kafasının içinde yine deli saçmasına benzetiyordu . Elinde olmayarak düşünüyordu . İki yanında tabancalı asker , şoförün yanında da hafif makinalı tüfeğini hiç te gizlemeye Çalışmayan genç bir İngiliz subayı oturuyordu . Hiç biri konuşmuyordu .

Mehmet Kemal , bu sırada Abdülhamit ‘in , evlerine baskın yaptırarak gecenin bir vaktinde yataklarından toplattığı hürriyetsever tıbbiyelileri Marmara Denizine nasıl döktürüp boğdurduğunu andı . Kendisi de bir tıbbiyeliydi .

Öteki gençler iç düşmanların elinde can vermişti . Onan gelince , dünyanın en güçlü devletinin , yani dış düşmanların elinde can verecekti . Sonra kendisinin bir iddiası da yoktu . Keşke bir Kuvvayı Milliyeci olarak yakalanıp kurşuna dizilseydi de böyle pisi pisine gitmeseydi !

Gerek iç gerekse dış düşmanların bu iki örneği , insan özgürlüğünü hiçe sayarak otorite ve egemenlik kurmak istiyordu . Her ikisinde de bireyin savunma hakkı yoktu . Adalet , ancak tek yanlı kullanılan kör bir silah olarak kalıyordu . Tek yanlı adalet demek te gülünçtü ya ! Bu sözcüklerin yerine her zaman daha doğru sözcükler bulmak gerekmez miydi ?

Otomobil , gecenin soğuk ve sesszi havası içinde ilerlerken Mehmet Kemal de bu çeşit düşünceleri hızlı – hızlı kafasından geçiriyor , hiç olmazsa sözcüklerde bir sığınak , bir kurtuluş arıyordu . Bütün bunların boşuna olduğunu da biliyordu . Biliyordu , ama , kafasını da bir türlü işlemekten alıkoyamıyordu . Okulda hocaları ona İngiliz yargıçlarının en iyi , en adil yargıçları olduğunu sık - sık anlatırlardı . İngilizler,

Yargıçlarını , rüşvete tenezzül etmesinler diye , beslemekteymişler . Adalet terazisini ellerinde tutan bu adamların şerefli geleneklere sahip oldukları ve bu yüzden pek yerinde , namuslu kararlar verdikleri söylenirdi . O , bunların doğrululuğunu , eğriliğini kontrol edemeden öğrenmişti . Şimdiyse bu ulusun , yabancı bir ulusun suç işlemiş bir insanına karşı adaletin “ a “ sını bile yakıştıramadığını üzüntüyle görüyordu .

Üsküdar’ın sarı ışıkları sızan evleri geride kalmış , solda korkunç karanlığıyla dikilen Karacaahmet Mezarlığının Serviliklerini geçmişlerdi .

Otomobilin sürekli sarsıntısı yapacağını yapmıştı . Mehmet Kemal ‘in göbeğinin epeyce aşağısından girip kuyruk sokumunun üzerinden çıkan kurşunun açtığı uzun kanal , sızlamağa başlamıştı . Bu , içine baygınlık veriyor , dişlerini sıkarak bunu önlemeye çalışıyordu .

Kelepçe şişen bileklerine gömülmüş , ayrı bir ağrı veriyordu . Otomobil Bostancı ‘da deniz kıyısında uzanan bir yığın baraka siluetinin önünde durdu . Eğer , bu yolculuk biraz daha sürseydi Mehmet Kemal , kendinden geçip olduğu yere yığılacaktı . Çevresi geniş tel örgülerle çevrili bu barakalar , İngiliz işgal kumandanlığının ve İntelligence service kurbanlarının bir zaman için konuk edildiği bir ölüm kampıydı . İngiliz Ordusuna karşı işlenmiş siyasal ve siyasal olmayan suçların sahipleri , bu ölüm kampına kapatılıyordu .

Barakaların önündeki aydınlıkta Kruvazman yaparak gidip gelen , tüfekleri omuzda , Hintli Sih askerlerinin korkunç yüzlerini gören Mehmet Kemal ‘in morali birdenbire sıfıra inmişti . Bunların Hindistan ‘ da durmadan Müslüman Hintlileri kesip öldürdüğünü yakından biliyordu . Bu iri - yarı genç ve gürbüz adamların haki giynekleri , yeşil sarıkları , kara ve gür sakalları , ta kulaklarının ardına ulaşan bıyıklarıyla bir Müslüman memlekette neden bulundurulduğunu anlıyordu . İngilizler , bu memlekette bunlara kendi ulusunun askerleri gibi güvenebilirlerdi .

Mehmet Kemal , otomobilden indiğinde büyülenmiş gibi

Bu nöbetçilere bakakalmıştı . Heriflerin bir de gürültülü ve çalımlı dönüşleri vardı ki değmeyin gitsin .

Morali çökmüştü . Gövdesi de ondan aşağı kalmıyordu .

Subayın , onu sanki iteleyerek soktuğu yer , bir mapusane avlusuydu . Uzun ve geniş avludan geçerken solda sıralanan

küçük pencereli bir sürü hücre gördü . Bunlardan ölü gözü gibi yirmi beş mumluk ampul ışıkları sızıyordu . İçeride yatanlar olduğu anlaşılıyordu . Ses – seda yoktu . Tedirgin edici sessizlik ortasında Salt avluda boydan boya gidip gelen , ters yönlerde uzaklaşan Hindu nöbetçilerinin postallarından çıkan hafif çıtırtı ile dönüşte topuklarını hızla birbirine vururken çıkardıkları tok ses işitiliyordu . Avlunun sağında yüksek taş bir duvar uzuyordu . Avlu , güçlü ampullerle aydınlanmıştı .

Kamp kumandanı , teğmenin uzattığı kağıtları okudu . Bu , Mehmet Kemal ‘in , rütbesini anlayamadığı bir İngiliz subayıydı . Kağıdı okuyunca onu adamakıllı süzdü :

“ Buyruk var , ortadaki önü açık hücreye gidecek !”

Dedi . Önü açık hücre de ne demekti ? Mehmet Kemal , bir iki dakika sonra bunun ne olduğunu anladı . Asker gardiyanlar , onu muhafızlardan teslim alarak barakaların pencereleri boyunca götürdüler . Mehmet Kemal giderken “ önü açık hücre de neyin nesi ? “ diye hala kafasını yoruyorsa da buna bir karşılık bulamıyordu . Askerler , onu oraya götürünce bunun ne demek olduğunu pek acı olarak anladı .

Az kalsın kendinden geçiyordu . Götürüldüğü yer , gerçekten üç duvarı , damı ve tavanı olan bir yerdi .

Salt önü açıktı . Demek ki ya bunu yaparken üç duvarlı yapmışlar ya da sonradan bu orta hücrenin karşı duvara bakan ön duvarını yıkarak bu duruma getirmişlerdi . Bu ,

özel bir düşünceyle yapılmış olmalıydı ? Niçin ? Normal düşünce çizgisi üzerine ayak basmıştı ki duvarda gözüne çarpan korkunç nesne , onu biraz daha şaşırttı ve

sersemletti . Duvarın ortasında birbirine yarım metre aralıkla çakılmış iki geniş halkaya kollarından geçirilmiş kanlı bir ölü asılı kalmıştı . Başı göğsüne düşmüş olarak halkalardan sarkan adamcağızın kalbine yakın göğüs bölgesinde bir sürü kanlı delik sırıtıyordu . Göğsündeki kan lekelerinden kurşuna dizildiği anlaşılıyordu .

Onun göğsünü delen kurşunların barut dumanı da belki henüz siyaset meydanının havasından çekilip gitmiş değildi. Ölü , o denli tazeydi ! Mehmet Kemal , o zaman , acıklı gerçeği öyle yakından gördü ki bu ancak bir saat ya da dakika sorunu olabilirdi .

“ İyi ki duvara halka çakmışlar , diye düşündü , kollarımı bunlara geçirdikten sonra hiç olmazsa baygınlıktan yere yıkılmak tehlikesi kalmaz . İyice dikkat edilmezse şu zavallının öldüğü hiç de sanılmaz . Ölüm mangası , belki henüz tüfeklerini silmemiştir bile . Belki benim kanımı da henüz barut kokan bu tüfeklerle şu duvara sıçratacaklar .

O , idam halkalarının karşısında şimşek gibi bunları düşünürken bir gardiyan ellerindeki tel kelepçeyi çıkardı . Bu da onu şaşırtmadı . Elleri de kelepçeyle halkalara geçirilmezdi ya . Demek ki Ermeni tercüman , bütün namuslu görünüşünün tersine bal gibi yalan söylemişti . “ Seni öldüremeyecekler , demişti , çünkü Yüksek Kaldırım esnafı ,

senin iyiliğine tanıklık ettiler .” Hani neredeydi o namuslu tanıklar ? İşte ölüme mek parmak kalmıştı . Ölüm karşı duvardaki halkalarda kendisini bekliyordu . Bir insan buraya ancak kurşuna dizilmek için getirilirdi . Bunun başka bir anlamı olabilir miydi ?”

Kolları halkalara geçirilip bağlanmış hükümlüyü öldürmek için bu sundurmaya benzer yerin önünde durup ateş etmek gerekiyordu .

Hava , kar atıyordu . Sulu kar yerini daha soğuk bir havanın getirdiği kuru ve seyrek kar yağışına bırakmıştı . Sıkı bir ayaz geleceğe benziyordu . Mehmet Kemal ‘in üzerinde İnce gri bir pardösü ile ince bir giynek vardı . Şimdi , gerçeğin , kanlı gerçeğin bunca yakınına gelmek , Onu durgunlaştırmağa başlamıştı . Artık , üşümeğe başladığını duyuyordu .

Nöbetçiler , onun varlığından habersizmişçesine burunlarının dikine gidip geliyorlardı . Artık , böyle şeylere kanıksadıkları anlaşılıyordu . Duvardaki halkalarda asılı duran yoksul kılıklı adamcağız , pek umutsuz insanlara özgü durumuyla kafasını göğsüne sarkıtmış öylece duruyordu .

Sert kar taneleri kırlaşmış gibi görünen saçlarını yavaş – yavaş ağartıyordu . Mehmet Kemal ‘in gözleri , büyülenmiş gibi hiç ordan ayrılmıyordu . Kendisini , bu orta boylu , tıknaz ölünün yerine koyuyor , on tane kurşunu yeyince uzun boyuyla , bacaklarının nasıl bükülerek çarpılacağını , halkaların , uzun boyuna göre ne denli alçakta kalacağını düşünüyordu . Halkalar , duvara biraz daha yukardan perçinlenmiş olsaydı kurşunları yedikten sonra canlı imiş gibi dizleri kırılmadan , gövdesi çarpılıp asılmadan durabilirdi .

Ölüm , insanı estetik görünüşünden yoksun ediyordu . Ayakta durabilmek direnci , kurşunların bu güzel insan yapısına girmesiyle yitip gidiyor , gövde , hemen ölümsüzlüğün alaycı bakışları önünde pelte gibi toprağa yığılıyordu .

Mehmet Kemal , böyle üzücü düşünceler içinde soğukla ve karnındaki yara yerinin ince sızılarıyla kıvranıp dururken

Yanında deminden beri dikilip duran gardiyanların davrandığını gördü .

“ Eh , artık , gidiyoruz , diye düşündü , dünyanın en pis , en alçakça , en namussuzca ölümü bu .”

Bu sırada , kamp kumandanının odasından gürültüler işitildi . İki gardiyan , iki kalın pranga zincirini sürükleyerek getirdiler ve Onun ayaklarının dibine şangırdatarak bırakıverdiler .

Teğmen de onlarla beraber gelmişti :

“ Haydi , vurun prangaları , kitleyin çabuk ! “ Diye buyurdu . Asker gardiyanlar , hemen demirleri beton döşemedeki hazır iki halkaya geçirerek kalın iki kilitle kilitlediler . Sonra bu geniş ve ağır baklalı prangaların öbür uçlarını Mehmet Kemal ‘in ayak bileklerine perçinlenen geniş bileziklere kilitlediler .

Kilitleri gürültüyle kapayarak anahtarlarını teğmene verdiler . Teğmen de gardiyanlar da çekilip gittiler . Mehmet Kemal , bir yandan bu demirlerin şimdilik ölümü geciktirdiğini düşünerek seviniyor , bir yandan da kendini tutamayarak zangır - zangır titriyor dişleri birbirine çarpıyordu . Ruhunda yeni bir heyecan fırtınası başlamıştı . Ölüm korkusundan mı soğuktan mı olduğunu anlamadan titreyip duruyordu . Keçilerin bıçak önünde nasıl korkudan tir – tir titrediklerini görmüştü . Demek ki bütün canlıları ayakta tutan o dirim denen kutsal ışık , varlığımızın içinde ölümün soluğuyla üflenmeye başlayınca en pis korku , ölüm korkusu çıkageliyor ve canlıyı tir – tir titretiyordu .

Biraz sonra bir gardiyan eski bir hasır getirerek betonun üzerine serdi . Bunun üzerine farelerin şurasını – burasını deldikleri bir ot minder attı . Demek ki Mehmet Kemal için hazırlanan yatak buydu . Ayakta duramaz duruma gelmişti . Biraz sonra boş bir çuval gibi ot minderin üzerine çöktü . Artık , kaderin tutsağı olduğunu anlıyor , durulmağa çalışıyordu . Bütün bu olan - biteni kaygusuzca karşılamağa çalışıyor , bir yandan soğuğun , bir yandan da bir isyan heyecanının etkisiyle gövdesinin yaprak gibi titrediğini duyuyordu . Dişlerinin birbirine vurması artmıştı . Ona öyle geliyordu ki salt bu olayın dramatik heyecanı kendisini böyle titretmezdi . Soğuk , bu işte pek namussuzca rol oynuyor , onu İngilizlerin gözünde küçük düşürüyordu . Onların yanında böyle aşırı bir titremeden çok utanmış , yerin dibine geçmişti . Sıcak bir odada böyle utandırıcı biçimde titremeyeceğini sanıyordu . Pranga bileziklerinin geçtiği ayak bileklerinden başlayan üşüme , bütün gövdesine yayılıyor , zangır - zangır titremesine yol açıyordu . Gövdesi böyle ruhun kontrolünden uzak çırpınıp dururken yeni bir keşfin ışıkları , gittikçe artarak bu kontrolden çıkmış gövdeyi ısıtmaya başlıyordu .

Bu , şu düşünceden ileri geliyordu : “ Eğer beni hemen kurşuna dizmeğe niyetleri olsaydı ayaklarıma böyle uzun süreli bir cezaya çarpılanlara özgü pranga demirleri vurmazlardı . Ermeni tercümanın dediği doğru çıkacağa benziyor .”

Bu düşünce , ruhuna büyük bir avunma ve güç armağan etti . Çirkin ölüm , artık , bu dakikadan sonra tırpanını omzuma vurmuş atsız karanlıklarına doğru uzaklaşıyordu . Onu öldürmeyeceklerdi . Bu , adaletsizce bir iş olurdu . . Sonra : “ Ben de hala adaletten dem vuruyorum . Adalet , insan mutsuzluğunun bulduğu güzel bir sözcükten başka nedir ? Adalet , ancak canı yanan insanın özlemini çektiği şeydir . Can yakan için adalet bir efsanedir ; hatta yoktur . O kadar işte ! Beni kurtaran bir şanstır Olay yerine yakın birkaç namuslu yurttaşımın , Türk olduğum halde doğruyu söylemiş olmalarıdır. Bana öyle geliyor ki beni öldüremeyecekler , beni öldürmeyi doğanın vahşi güçlerine bırakacaklar . Bu yazlık giysiyle bu ot minderin üzerinde bu zincirler içinde iliklerime dek işleyen bu ayazda iki kış geçirirsem beni hiç bir mucize ölümden kurtaramaz . Demek ki benim koğuşum ya da hücrem, bu üç duvarlı yerdir . Herhalde bunun ön duvarı her gün karşı duvarda kurşuna dizilenleri seyredeyim diye kaldırılmış . Kim bilir , benden önce kaç kişi benim yerimden şu halkalarda can verenleri büyüyen gözleriyle seyretmiş , ölmeden ölmüştür ?

Bu , adalet mekanizmasının yere vuramadığı bir insanı doğanın zalim güçleri ve şiddetiyle her günkü ruhsal baskılarla öldürmek istiyorlar . Beni , bu iki celladın sorumsuz ellerine bırakmışlar , demek . Bu eski engizisyon yöntemlerinden başka nedir ? Her gün karşımda bir ya da birkaç yurttaşımı kurşuna dizerek beni de yıpratmağa , öldürmeğe çalışacaklar . Bu , okullarda öğretmenlerimizin bize öğrettiği İngiliz adaleti değil , korkunç bir sömürgeci işkencesi. Başka ulusları köle yapan ulusların ahlakı , köle yaptığı uluslarınkinden daha çok bozuluyor .

Acaba bütün şu hücrelerde başka kimler yatıyor ? Kim olacak ? Türkler , benim ulusumun çalınmış parçacıkları . Çalınıp buraya tıkılmış . Bir sürü Türk . İşgal ordusuna karşı herhangi bir suç işlemiş ya da iftiraya uğramış olanlar . Ya da benim gibi ayışığını ıslattığı için göbeğine bir kurşun sıkılanlar ! Ama yine de bunların hepsinin suçu benimkinden hafif olmalı ki böyle kapalı sıcak hücrelerde oturuyorlar . Demek ki benim suçum , onlarınkinden dörtte bir daha ağır . Dört duvardan birinin kaldırılması bunu gösteriyor .”

Bir saat sonra bir gardiyan Mehmet Kemal ‘in yanına bir İngiliz tabağı içinde bir sebze yemeğiyle bir de ak İngiliz tayını bıraktı . Sonra , onu herkes unutmuş göründü . Soğuktan titreyen gövdesinin sıcak sebze çorbasıyla biraz ısındığını duydu . Ellerinin de ayakları gibi zincirlenmemiş olmasına çok seviniyordu . “ İnsanoğlunun kaderidir , diye düşündü , ayaklarından sonra ellerime de zincir vursalar , oh! kafama vurmadılar ya ! Serbestim diyecektim mutlaka !”

Biraz sonra , karşı duvardaki halkalarda asılı duran ve soğuktan kaskatı kesildiği anlaşılan ölüyü sürükleyerek alıp götürdüler . Avluya girmiş olan kapalı bir çöp arabasına koydular . Araba bilinmeyen bir yana uzaklaştı .

Mehmet Kemal , donmamak için kalkıp zincirlerinin uzandığı yere dek volta vurmağa başladı . Kar , daha sık yağıyor ve avludaki elektrik lambasının çevresinde bir yığın ak pervane gibi kaynaşıyordu . Şimdi , saçaklar altından gidip gelen Hintli nöbetçiler , her önünden geçişte dönüp bir kez ona dikkatle bakıyorlardı . Sabaha dek nöbetçiler birkaç kez değişti . Mehmet Kemal , uzun zincirlerini şangırdatarak durmadan yürümeğe çalıştı . Tanyeri attığında kar dinmiş , o da yorgunluktan bitkin bir hale gelmişti . Ot minderin üzerine nasıl ve ne zaman düştüğünü bilemedi . Sabah çorbasını getiren gardiyan , ayağıyla onu dürtüp uyandırdığında aptal – aptal ona baktı. O gün , kış güneşi yüzünü biraz gösterir gibi oldu . Mehmet Kemal , kış kartpostallarında olduğu gibi belli belirsiz güneş ışıklarının bulutları sararttığını gördü . Martılarla karga sürüleri haykırarak mapusanenin üstünden geçerken acı – acı düşünmeğe başladı : “ Artık , bir ağaçtan pek ayırt edilir bir yanım kalmadı . Bir ağaca olan üstünlüğüm şurda ki bulunduğum yerden iki adım uzaklaşabiliyorum . Sonra , zincirlerimi sürükleyerek helaya gidebiliyorum . O zaman kalın kilitleri yerden açarak gardiyanlar beni oraya dek götürüyorlar . Demek ki henüz bir ağaç değilim . Buna da şükretmeliyim .”

Öğleden sonra , uzun boylu , efendi kılıklı , yağız yüzlü bir adam getirdiler . Kollarını güç – bela halkalara geçirip Mehmet Kemal ‘in karşısına diktiler . Adamcağız , karşıdan Onun zincirli durumuyla ilgilendi :

“ Merhaba arkadaş , sen de benden sonra sırada mısın ?”

Mehmet Kemal , ona eliyle bir umursamazlık işareti yaptı. Bu sırada on kişilik bir Hindu mangası çalımlı ve gürültülü adımlarla gelip adamın karşısında ve Mehmet Kemal ‘in iki – üç adım önünde atış durumu aldı .

Adam , yiğit bir halk Türkçesiyle karşısında dikilen askerlerle subaya ağız dolusu sövdü – saydı .

İdam mangasının subayı , elindeki kamçıyı havaya kaldırarak : “ Fire “ dedi On tüfek birden patladı . Yalnız on kurşun göğsüne saplanmadan iki saniye önce şu sözleri haykırdı :

“ Kahrolsun müstemlekeciler , yaşasın Mustafa Kemal ! “ Bu sözler , Mehmet Kemal ‘e tüfeklerin gürültüsünden çok dokundu ; gözlerinden yaşlar fışkırdı . Kesik - kesik ağlamaya başladı .

Büyük dramı bir anda sezmiş , anlamıştı bile . Demek ki şu karşıda can veren adam sömürgeciliğe karşı çarpışan atsız bir kahramandı . Kim bilir İngilizler , onu nerden ellerine geçirmiş ve Türk Ulusundan habersiz şuracıkta harcamıştı .

Kurşunların girdiği deliklerden kıpkırmızı kan fışkırıyordu . Yaşamak direncinin son dalgaları adamcağızın kollarını , bacaklarını oynatıp duruyordu . Mehmet Kemal , dikkat etti : Ölünün sırtında haki bir avcı ceketi ile bir de avcı pantolonu vardı . Bunun bir Kuvvayı Milliye çetecisi olduğu meydandaydı . Şimdi , kendisinin buraya ne melunca bir düşünce ile zincirlenmiş olduğunu daha iyi anlıyordu . Mahkumun , kurşunları yiyeceği sırada haykırdığı yiğitçe söz , kendisini çok sarsmıştı . Gövdesi hala zangır - zangır titriyordu . Dişleri de yine birbirine çarpmağa başlamıştı . Hiç te böyle görünmek istenmediğinden kendini sıkıyor , bir türlü bunu önleyemiyordu . Bu biçimde felaketli ve utandırıcı bir titreyiş , ikinci kezdir ki başına geliyordu . Bu , yıpratıcı , öldürücü bir titremeydi . Bütün gövdesi , bol striknin verilmiş bir köpeğinki gibi titriyor , sarsılıyordu . Sarsılan beyninin içinde “ Mustafa Kemal “ adı büyülü , renkli , ateşli , parlak bir güçle aydınlanıyor , bu , onun tedirginliğini azaltıyordu . Parolayı bulmuşa benziyordu . O da kurşuna dizilirken ancak böyle bağırabilirdi .

Bu tılsımlı ad , çok büyük , uçsuz - bucaksız ve karanlık bir mağarada yankılanır gibi kafasının boşluklarında çınlayıp duruyordu . Şimdiye dek üzerinde pek az düşündüğü yepyeni bir gerçek , artık burnunun ucuna dek gelmişti : Bu gerçek , bizden olmayan , bize zerrece acımayan ve bizi insan yerine koymayan yabancı insanların memleketimizde eli tırpanlı bir ölüm simgesi iskelet gibi gezmeğe başlamasıydı : Böyle zincire vurulmuş durumda, gerçek , çok daha kolay anlaşılıyordu .

Kendisini tutsak bir ulusun çocuğu olduğundan şimdi , şu kalın ve buz gibi zincirler içinde bulunuyordu . Gençlik ne saflıklarla dolu bir çağdı ! Afrika zencilerini , Hinduları ve türlü Avrupa uluslarından insanları , İstanbul ‘un caddelerinde gezerken görüyor ; onlara kinden , öç , tiksinti duygusundan çok egzotik bir ilgiyle bakıyor , sırasında bunlar onu eğlendiriyordu . Göbeğini delip geçen İngiliz kurşunu birden bire bu yeni dünyanın anlamını kökünden değiştirivermişti . Ölümden ve öldürülmek kompleksinden biraz olsun kurtulduktan sonra onu iki şey üzmeğe başlamıştır .Kışın şiddetli soğuğu ve sigarasızlık ! İngiliz askerleri artan ekmek ve yemekleriyle onu besliyorlardı . Şu var ki sigarasızlık , kara bir duman gibi başına vuruyordu . Ar – sıra askerlerin attığı sigara izmaritlerine zincirleri müsaade eder de yetişebilirse bunları gizli – gizli avucunun içinde içerek dertlerini ve sıkıntılarını boğmağa çalışıyordu . Küçükten beri içtiği , bir züppelikten başka bir nesne olmadığını sandığı sigara , üçüncü bir zincir gibi sıkıntılarının üzerinde şangırdıyor gibi oluyordu .

İzmaritleri toplayıp içtiğini gören İngiliz askerleri , kendiliklerinden ona sigara ikram etmeğe başlamışlardı . Ucunda ateş böceği küçüklüğündeki ateşiyle yanan ve tüten bir sigara , sanki kışın dondurucu soğuğunu yok eden büyülü bir güç kazanmağa başlıyor ; Mehmet Kemal , böylece donmak üzere olan kaşlarının , buz gibi pranga baklalarının ısındığı duygusuna kapılıyordu : Bir yandan da can sıkıntısı , yedi başlı bir canavar gibi varlığının derinliğinde kımıldayıp duruyordu . Günlerdir , ilaçlık olsun , bir tek Türkün yüzünü görmüş değildi ; mektup yazmak için müdürlüğe baş vurdu . ; yasak olduğunu söylediler . Demek ki o burada can verinceye dek ne bir akrabası , ne de bir tanıdığı ondan haber alabilecekti . Öyle anlaşılıyordu ki İngilizler , ona şimdiden bir ölü gözüyle bakıyorlardı . Bu düşünce kafasından geçince titriyordu . Ona açıkça söylenmişti ; dışarıdan tek bir kimseyle görüşemez , mektuplaşamazdı . Evet , dışarıdan en küçük bir yardım ve para alamayacağı meydandaydı . Onun kayıplara karıştığını görerek iki gözü iki çeşme ağlayacak ve dövünecek bir Asula ‘sı , ve annesi vardı . İki kız kardeşiyle Ahmet ‘te mutlaka üzüleceklerdi . Dedesine gelince gerçekten üzüleceğini ve hep kendisini düşüneceğini yediği ekmek gibi biliyordu . Alınyazısı denen nesne , demek buydu . Umulmadık bir zamanda ve yerde seni burnundan yakalıyor ve insan direncinin ve gücünün dışında olaylara sürüklüyordu .

Mehmet Kemal ‘in iştahı gittikçe artıyordu . Yaşlıların can sıkıntısından dolayı çok yediklerini okumuştu bir yanda . Demek ki yemek , umutsuzluğu ve kaderin korkunç oyunlarını yenmek için de yeniyordu .

Bir şey daha vardı : geceleri , hiç uyumadan , ısınmak için zincirlerini şangırdatarak tepinip durması , onu son kerte yoruyor ve bu sürekli jimnastik davranışları , karnını acıktırıyordu .

Geceleri , uyanık durmasına karşılık gündüzleri hava kırılınca ot şiltenin üzerinde , zincirlerini biraz öteye iterek bir köpek gibi kıvrılıp uyumağa çalışıyordu .

Ara - sıra haklı olarak “ acaba yeryüzünde kaç hükümlüye böyle ceza verilmiştir ? “ diye kendi kendine soruyordu . Üç duvarlı bir cezaevi hücresi , Nasrettin Hoca ‘nın Akşehir ‘deki türbesinden başka , yeryüzünün hiç bir yanında yoktu , olamazdı da .



Gerçi , Afrika ‘ da okyanus Adalarında ve Çin ‘de böyle garip cezaevlerine rastlandığını romanlarda , hikayelerde okumuştu . Dominiken papazlarının Ortaçağda yaptıkları korkunç işkenceler buradakinden daha kötü koşullar altında geçmişti . Nedir ki şu yüzyılda böyle bir şeyi çok zalimce garip buluyordu . Bahar ve yaz ayaları , burası , bir zındanda, kapalı bir hücrede bunmaktan çok daha iyi

olacaktı . Ancak , bu kış aylarında şiddetli soğuklara dayanabilecek bir gövdenin mükafatı , bahar ve yaz günlerinin , ılık ya da sıcak havalarına kavuşmak olacaktı : Acaba , burda bahara çıkabilecek miydi ? Eğer soğukların şiddeti şimdikinden daha çok artarsa ya donarak can verecek ya da zatürree filan gibi bir hastalıktan kıvranarak gidecekti. Kurşunların , saçmaların yeryüzünden silemediği bu gövdeyi , bu hastalıkların ateşi yakıp kavuracaktı .

Şu sırada başından geçmekte olan olayın ancak roman kahramanlarının başından geçebilir bir serüven , bir sahne olduğunu düşünüyordu . Nedir ki romanlarda kolayca akıp giden günler , burada bir türlü geçmek bilmiyordu .

Mişel Zevako’nun romanlarındaki korkusuz ve yılmaz kahramanları düşünüyor , başları dara geldiğinde kolayca bir kurtuluş umarı buluveren bu sempatik kahramanlara imreniyordu . Onlar , güç durumlardan kurtulmanın tadını tatmak istercesine sık – sık bu güç durumlara düşmeye can atar gibi görünüyorlardı . Nel kulesinden Sen ırmağına bir çuvalın içine sokularak atılan Büridan , bu ölüm yolculuğundan bile kurtulmanın yolunu bulmuştu .

Dartanyan da olmayacak güçlükler içinden tereyağından kıl çeker gibi kurtulabiliyordu . Chillon şatosunun zindanında zincirlenen Bonnivard ile kardeşleri , kendisininkine benzer gerçek bir umarsızlık içinde yaşayışın aydınlık bahçelerinden uzakta çileye girmişlerdi . Kendisinin , kılıçlarını , sihirli ölüm değnekleri gibi kullanan tarihsel roman kahramanlarına benzer hiçbir duyguya sahip olmadığını görüyordu . İçinde hiç de zorluklara ve dünyaya meydan okuyan bir duygunun varlığına rastlanıyordu .



Anladığı şuydu ki doğa ve toplum güçlerinin karşısında tek başına kalmış bir insan , zayıf , yardımsız , kahramanlıktan uzak ve hiçlikle doluydu ; en sonra da korkaktı.

Önünde gidip gelen ve topuklarını fiyakalı - fiyakalı şaklatarak dönüş yapan şu Hindular Ona bir penguen , bir kobra yılanı ya da bir Hint gelinciği kadar ilgi göstermiyorlardı . Bunlar , Müslüman düşmanı Sihlerdendi. İri ve kara gözleriyle baktıklarında onu titretecek tiksinti dolu bakışlarla bakıyorlardı . Bu doğulu askerlerin onun suçu hakkında hiçbir şey bilmedikleri meydandaydı . Böyle nesnelerle ilgilendikleri de yoktu . Onlar , maaşlı sömürge askerleriydi . Günlerini gün edip maaşlarını almaktan başka bir nesne düşündükleri yoktu .

Günler , birbirini kovalıyordu . Havalar , her gün biraz daha soğuyordu . Geceleri , burun deliklerinden çıkan ak buğunun ortasında tepinip ısınmağa çalışırken , ağır zincirleri şangırdıyor . nöbetçiler ak bir kar tabakasıyla örtülü yine karşılıklı gidip gelerek kalın ve sıcak kunduralarının topuklarını şakırdatıyorlardı . Onlar da , onun zincirlerini büyük bir umutsuzluk içinde şangırdatıp durduğunu çok gördükleri için artık bunların gürültüsünü bile duymazlıktan geliyorlardı .

Mehmet Kemal , artık , sırtındaki pardösüyle yazlık giyneğin bir kağıt gibi inceldiğini sanıyordu . Gecenin ayazı olduğu gibi bunlardan geçiyor , derisini tavuk derisi gibi binlerce soğuk kabarcıklarla dolduruyor , ellerini , yüzünü mosmor ediyordu . Bütün gece ayakta durup tepindiği , soğuktan donduğu halde bir türlü hastalanmadığını görerek şaşıyordu . Ancak , karnındaki yara yeri , böyle çok soğuk gecelerde derinden derine sızlayarak içine bir eziklik , bir baygınlık veriyordu . Hiç kimse , sırtına bir çul , bir eski battaniye parçası atmayı düşünmüyordu . Her an tehlikeli bir hastalığa yakalanıp ölebilirdi . Bütün bu tehlikeli belkiler çoğaldıkça içindeki yaşamak hırsı , günün birinde bir mucize ile kurtulmak düşüncesi , gittikçe daha çok yerleşiyordu . Bir tek , yemeği ondan esirgemiyorlardı ; kırk yıllık kıtlıktan çıkmış kimse gibi yemek ve ekmek yiyordu . Yaşayışın bu mutsuz cenderesinde bir hayal kurmak , bir de yemek yemekle avunabiliyordu . İngiliz askerleri , yemeği ve ekmeği ondan esirgemiyorlardı . Gerçi , ona verilen yemek yetesi değildi . Nedir ki İngiliz askerlerinden kimisi ona bolca ek ekmek ve artmış yemekler taşıyıp duruyorlardı . Onlar da doğanın bu zalim kaprislerine onun ancak bu bol kalori ile dayanabildiğini anlıyorlardı . Onu çileden çıkaran en korkunç zulüm ve işkence , yapacak bir işi , okuyacak bir kitabı olmamasıydı .

Önce , prangasının baklalarını saydı , bunları yine saydı . Ölüm kampındaki İngilizlerle Hinduların görünüşüne göre sayısını hesapladı : Karşısındaki ölüm duvarının santimi santimine kaç metre yükseklikte olabileceğini düşündü . Ölüm halkalarının çapını bulmağa çalıştı .

Çoğu zaman gözleri gökyüzüne doğru boşanıyordu . Biricik özgürlüğü , hiç olmazsa sembolik olarak orda görmeye başlamıştı .Açık havalarda geçikmiş bir kartalın , bir atmacanın , bir saka , iskete ve ispinoz sürüsünün gözlerinin üzerinden geçişini özlemli ve ağlamaklı bakışlarla kovalıyordu . Yaşayışları bin bir tehlike ile dolu olduğu halde sorumsuz bir kuş olarak dünyaya gelmediğine öyle üzülüyordu ki bu düşünce şimdi , kuzey rüzgarlarının , kuru otlarını dövdüğü ve üzerlerinde üzgün bir müzik çaldığı açık , ıssız kırları gözünde bir cennet güzelliği ile canlandırmağa başlamıştı.

Yarı çıplak , yarı aç ta olsa o güzel , ıssız , özgürlük , serbestlik dolu kırlarda , dağlarda , yaylalarda zincirden uzak gezip dolaşmak ne büyük mutluluktu . Artık bu mutluluğu ancak düşlerinde görecekti .

Şimdi , Türkiye’nin en ıssız sanılan kırlarında , ağaçlıklarında ve ruhsal güzellikleri içinde birer düşman pusu kurmuş bekliyordu . En küçük özgürlük, bağımsızlık kımıldanışı , ölüme en kestirme yolda gitmek için bir adımdı .

Karşıdaki demir halkalarla ölüm mangası , her gün canlı oyuncaklar bekliyordu . Duvardaki halkalarda göğsü kalbura dönerek giden zavallılardan hiçbirinin nereye gittiğini koca İstanbul halkından hiç birini bilmiyordu . İstanbul caddelerinde dost gibi gezip efendice gezip dolaşan işgalcilerin arka planda ne korkunç birere düşman olarak görevlerini yürüttükleri ilk bakışta hiçbir yurttaş anlayamazdı .

Nitekim , göbeğinden ilk kurşunu yiyip yere serildiğinden buraya mıhlanıncaya dek o da işin bu kertesine kellesini kesseler inanamazdı .

Karşı duvardaki halkalarda sık –sık sarkan insanlar , herhalde korkunç caniler değildi . Onlar , mutlaka işgalin ruhuna karşı direnmiş kimselerdi . Böylece ellerinden birer kaza çıkmış Türk Çocuklarıydı . Başka türlü olamazdı

Bir manga askerin bunlardan birinin göğsüne boşalan tüfekleri , havayı barut dumanıyla dolduruyordu . Mehmet Kemal , barut dumanını çocukluğundan beri seviyordu .

Onun için barut kokusunun ayaklandırıcı bir büyüsü vardı . Ne yazık ki burada o güzel , yiğit koku , yiğit insanların kanlarına karışıyor ve melun bir anlam alıyordu .

Kış geceleri , kara düşler gibi geçiyordu . Kar , avluda birkaç santim yükselmişti . Karşıki ölüm duvarının üzeri , yağlı boya kış tablolarındaki gibi yumuşak , ak ve kaba bir tabaka ile örtülmüştü . Bunun üzerine dizilen bir sürü serçe , avluya düşen yemek ve ekmek kırıntılarını toplamak için büyük bir sabırla gevezelik ederek bekliyorlardı . Karşılıklı gidip gelen nöbetçilerin arası açılır açılmaz , Mehmet Kemal ‘in karlara serptiği kalıntıları yemek için hemen sürüyle üşüşüyorlardı . Ara – sıra , kırları kaplayan kalın kar tabakasından dolayı cılız yemlerini de bulmayan tarlakuşları , kahkullerini kısarak bu serçe sürüsünün arasına karışıyor . Mehmet Kemal ‘in her zaman içine dokunan sesleriyle acıklı – acıklı ötüyorlardı .

Bir gece , büyük bir kar fırtınası başladı . Mehmet Kemal ‘in üzerinde yattığı yırtık – pırtık , delik - deşik ot minder tipi gibi esen karı serpintileriyle örtüldü . Fırtına , bütün gece sürdüğü gibi öbür gün de sürdü

Serçelerle tarlakuşları , Onun yanı başına dek sokuldular . Serçeler , saçaklara sığınabilmek becerikliliğini gösterebiliyorsa da tarlakuşları , ancak , yerin yarıklarına , oyuklara , tarla keseklerinin arkasına , hendeklerin ve arkların rüzgar tutmayan yanlarına saklanabiliyor , aç karnına da olsa ölümden kurtulmağa çalışıyorlardı . İşte , bunlardan birkaçı Onun minderinin dibine dek sokulmuş , uyuşuk – uyuşuk duruyordu . Küçücük tohumlara benzeyen kara gözleri çok acıklı bir dram yaşayan canlıların serüvenini anlatırcasına bakıyordu .

Bu sayılı fırtına gecesi , eğer bir mangal dolusu meşe kömürü ateşine kavuşmasıydı . Mehmet Kemal için de çok tehlikeli olabilirdi .

Bir İngiliz askeri , karanlık bastıktan sonra mangalı getirip te Onun yanına bıraktığında birden bire ölümün doğadaki haykırışları diner gibi oldu . Apak genişlikler içinde ulumakta olan gece , Afrika geceleri gibi ısındı ve güzelleşti .

Yüzüne , ellerine , donmağa başlayan ayaklarına çarpan tatlı meşe ateşinin sıcaklığı içinde şöyle düşündü : “ Gerek Müslümanların gerekse hıristiyanların cehenneminde ateş , korkunç insan suçlarını cezalandıran öldürücü , yok edici bir eleman olarak gösteriyor . Oysa , bir Viking bir Eskimo içinde cehennem , mutlaka , korkunç kutup soğuklarıdır . Odin , İskandinav uluslarının dedelerini cennette ısıtan tanrıçanın ta kendisidir . Asıl cehennem elemanı olması gereken nesne , bence de bu azgın , bu öldürücü soğuklardır . Şimdi , beni ölümden kurtaran şu güzel , şu tatlı ateşe ben nasıl olur da öldürücü , cezalandırıcı melun bir nesne olarak bakarım? Bence ateş , cennetin , soğuk ta cehennemin malzemesidir !”

Ateşi getiren askere ;

“ Ateş cennettir ! “

Dedi . Asker , soğuktan titreyerek iki büklüm koşarak koğuşa uzaklaştı . Koşarken :

“ Yes , yes “ diye bağırmayı da unutmadı .

Ertesi akşam , ateşi getiren yine o iyi yürekli askerin verdiği bir sigarayı sonsuz bir keyifle tellendirerek ak köpük yığınlarına benzeyen kımıltılı bulutların içinde yusyuvarlak ayın , insan kafasını bulandırıcı mistik tohumlar saçan büyücülüklerini uzun - uzun , garip - garip seyretti .

Bacaklarının arasına aldığı mangal , kıpkızıl meşe korlarıyla soluk alıyor , onun donmağa başlayan kaslarını pamuk gibi yumuşatıyor , sinirlerini gevşetiyordu . Kaskatı kesilen kasları yumuşadıkça kafasını dolduran ay ışıkları ve başına vuran nefis İngiliz sigarası , onu bayağı güzel – güzel hülyalandırıyordu . Korkunç yoksulluğunu nerdeyse unutup gidecekti . Gökyüzü , bu gece , insanların küçüklük ve hiçlikleriyle alay edercesine yüksek ve güzeldi . İnsanın benliğini kıran ve sıfıra indiren bir güzellik ve büyülü bir kaynaşma hem bu mutsuz us hazinesinin hem de dağları , ovaları , ormanları , örten karların sessiz yoksulluğu üzerinde parlıyor , egemen oluyordu .

Mehmet Kemal , böyle anlarda bir insanın kolayca kendi kendine kıyabileceğini düşündü . Çünkü , benlik denen nesne paçavraya dönmüş , sıfıra inmişti . Işığın bol ve zengin güzelliği , insanın , kendini feda edebileceği soğuk , görkemli bir ortam yaratıyordu .

Güzelim yaz sıcaklarındaysa ter , yaprak , çiçek ve ot kokusu , suların vadilerde canlı kıvranışlarla şırıldayışı , canlı kuş sesleri , ormanların zengin yeşilliği , kümülüs bulutlarının , bir san ‘ atçı kafasını her zaman büyüleyen kaynayıp köpürüşleri ve bir mermer ocağındaki mermer yığınları gibi insanın yaratmak hevesini kamçılayışları arasında bu kendi – kendini öldürme yiğitliği , hiçbir vakit kolay – kolay insanın içinden gelemezdi . Dirim mucizesi , her yandan insanı büyüleyen rüzgarlarıyla eser ve onu boyunduruğu altına alırdı . Bu mistik kış feerisi ise , insanları baştan beri gerçekten uzaklaştıran zalim , korkunç ve tehlikeli tohumlarla doluydu . Mehmet Kemal , bunu , ruhunun derinliklerinde duyuyordu . Nedir ki , bu durumda da büyülenmiş gözleri ve kamaşmış kafasıyla gökyüzüne bakıyordu . Bu , insanı ölümlülüğün uçurumlarına doğru çeken , Ülis ‘in sirenlerine özgü tehlikeli şarkılara benzeyen ay ‘ı ve onun ağırttığı bulutları seyretmek , ona umuttan çok umutsuzluk ve hiçlik duyguları verdiği için kızıyor , dişlerini gıcırdatıyor , yine de gözlerini oradan ayıramıyordu . Şu nar gibi ateşin yüzü ne sıcaktı . Yaz öğlelelerindeki güneşin tatlı kıvılcımlarına ne de çok benziyordu şu korlar . Bu güzel ve nefis ateşin içinde hiç bir mistik tohum barınamazdı . Ateşi gördükçe insan , bütün gücüyle dirimin altın güzelliklerine dönüyordu .

İnsan gövdesinin dayanma gücü üzerinde ona bir çok yeni bilgiler veren kış , doğadan hızla siliniyordu . Meşe korlarıyla yüklü vefalı mangal , uzun kış gecelerinde onu ziyaret etmekte hiç kusur etmemişti .



Bu korla yüklü mangal sayesinde doğanın amansız şiddetine karşı koymayı başaran gövdesi , baharın ilk müjdeleriyle duygusuz ve kımıltısız bir ağaçta olduğu gibi canlanma izleri göstermeğe başlamıştı . Ruhuna tadına doyulmaz bir sarhoşluk yayılıyordu . İçinde , çiçek bahçeleri , renk – renk , türlü - türlü çiçek bahçeleri görünmeğe başlamıştı . Bütün ömrünce gördüğü en güzel çiçek tarhlarından daha güzeldi bu bahçeler ! Gözlerini içine çevirdiğinde kirpiklerinde yaşlar parlamağa başlıyordu .

Avrupa ‘daki ölüm duvarı üzerinde karlar eriyip silineli çok olmuştu . Martın tehlikeli günleri de geçip gitmişti . Ölüm kampının kocaman halklarına hala sıcacık insan kolları asılmaktaydı . Yine , ölüm mangaları duvarın halkaların geçirilen kolların sahipleri karşısında soğukkanlılıkla nişan alıyor ve hava , artık , pek çok şeyler anlatan barut kokularıyla doluyordu .

Mehmet Kemal , çok olmamakla beraber yüzünün biçimini bozan uzunca sakalları , giyneklerinin yürekler acısı durumu , kir ve pas içindeki elleri , yüzü ve ayaklarıyla bütün bir yoksulluk örneği gibi görünüyordu . Nedir ki içinde ki dirim kıvılcımı ışıldayıp duruyordu . Çıkmayan canda umut vardı . Bu söz , boşuna söylenmemişti . Bunun için Mehmet Kemal , kendini hiç te her şeyi yitirmiş sayıyordu . Pantolonunun dizleri büsbütün parçalanmıştı . Esmer bir renk bağlamış olan ak diz kapakları , ordan dışarı fırlıyordu .Kısa donunun külrengine çalmağa başlayan ak paçası da bu delikten görünüyordu . Pantolonunun paçaları fitillenerek yukarı doğru çıkmağa başlamış , bunun oturak yanı da iki dana gözü gibi delinmişti . Dişleriyle kestiği uzun ve kara tırnakları kirden kapkaraydı . Saçları , ensesinden ve şakaklarından biçimsiz ve gelişigüzel sarkıyor , şakaklarındaki saçlar arasında da tek tük aklar görünüyordu .

Kendisine bütün kış mangal getiren ufak , ince yapılı İngiliz askeri , ona Bonnivard adını takmıştı .

Mehmet Kemal , kolejde “ The prisoner of Chillon “ u

okumuştu . Lord Byron ‘un bu güzel epik şiiri vaktiyle ona çok dokunmuştu . Zındanda mum gibi damla - damla eriyip giden Bonnivard kardeşlerin bütün hikayesini bütün acılıklarıyla yaşamaya başlamıştı . Eskiden bir roman kahramanının çilesine benzettiği Bonnivard ‘dan ayırt edilecek ne yanı vardı ki Onun ?

İngiliz askeri : “ Şiyon mahpusu ‘nu bilir misiniz ?”

Diye sormuştu .

“ Lord Byron ‘un şiiri . Eskiden okumuştum.”

“ İşte , the Prisoner of Chillon “ sizsiniz ,”

“ Teşekkür ederim , Robert . Benim acıklı durumuna şiirli bir destan havası verirsek dayanma gücünün artmasına yardım eder , değil mi ?”

Sonra Mehmet Kemal , Byron ‘un “ Şiyon üzerine Sonnet “ atlı şiirinin ilk mısrağını İngilizce söyleyiverdi :

Eternel spirit of the chainless mind !

“ Zincirsiz düşüncenin ölümsüz ruhu “

Sonra da İngiliz askerinin şaşkın gözleri önünde Şiyon mahpusu destanını İngilizce

My hair is grey , but not with years ;

Nor grew it white

As men ‘s have grown from sudden fears .

“ Ne güzel okuyorsunuz . Nerden öğrendiniz bunları ? “

“ Amerikan kolejinde okudum . Orda öğrendim .”

“ Demek ki size boşuna Bonnivard dememişim .”

“ Bonnivard İsviçre ‘de Cenevre şehrinin büyük bir özgürlük kahramanıydı . Bense bayağı bir katilim . Aramızda dağlar kadar ayrılık var .”

Mehmet Kemal , Bonnivard ‘ı okulda ders olarak okumuş ve unutmuştu . Yunanlılar , kurtuluş savaşlarına san ‘atiyle yardımda bulunduğu için Byron ‘u hala çok seviyorlar ve onun özgürlük üzerine yazılmış her şiirini kendileri için söylenmiş sayıyorlardı . “ Şiyon mahpusu ‘” nu bile Anadolu ‘da geliştirmeğe çalıştıkları Pontos davasının katillerine mal etmeğe çalışarak benimsiyorlardı . Nedir ki şu sırada Mehmet Kemal , Bonnivard ‘ı hiç te Topal Osman ‘ın tutup öldürdüğü bir pontosçu caninin örneği olarak değil , tersine boynuna ve ayaklarına zincir vurulmağa çalışılan mazlum Türk Ulusunun bir sembolü olarak görüyordu . İyice anlıyordu ki her Türk çocuğu , kendi başına gelen bu korkunç felaketle her an karşı – karşıya gelebilirdi . Demek ki “ Şiyon mahpusu “ daha çok yeni bir imparatorluk kurmak peşinde olanlara değil de ülkesini ve özgürlüğünü korurken zalimlerin tuzağına düşenlere yakışıyordu . Mehmet Kemal , gerçi , kendini bir Bonnivard olarak kadar megaloman değildi . Nedir ki ayaklarındaki zincirler şangırdadıkça hep o biçimde ayağından zincirlenerek yıllarca bir mahzende çile çektiren bu İsviçreli kahramanı anıyordu . Bu ada gittikçe ısınıyordu . Cenevre gölünün kıyısındaki görkemli Chillon Şatosunun korkunçluğu , elbette , burda yoktu . Çünkü ortada Bonnivard , kendisiyle oraya kapatılmış olan iki kardeşinin yüzünü bile karanlıktan göremiyordu . Demek ki orası zıdan oğlu zındandı. Sonra zavallı bilgin , filozof , tarihçi ve özgürlük aşığı Bonnivard ‘ın ayağına vurulan zincir ,, ancak bir adım atmasına yetiyordu . Kendi zincirleri ise hoplayıp zıplayacak kadar uzun ve birkaç adım atmağa da elverişliydi .

Bonnivard Cenevre gölünün kıyısında yaşlık içindeki zindanında eriyip giderken , fırtınalı günlerde suların boğuk gürültüsünü dinliyor , onun doğal güzelliklerini seyretmekten yoksun bulunuyordu . Mehmet Kemal ‘de Marmara Denizinin kıyısındaki ölüm kampında denizin gürültüsünü dinliyor , onun mavi güzelliklerini görmekten yoksun kalıyordu .

Mehmet Kemal Bonnivard adına çabuk ısınmıştı . Çoğu zaman kendini bir Bonnivard olarak görmeğe başladı . Çünkü , Bonnivard zalimlere baş kaldırmış bir kahramandı . Kendisinin onun gibi yüksek niteliği olan insancıl bir suçtan hükümlü olmayışı , biricik canını sıkan noktaydı . Gerçi Mehmet

Kemal , göbeğinden kurşunu yediği dakikaya dek dünyada niçin yaşadığını pek bilmiyordu . Bu çetin koşullar altında onu öğrenmiş gibiydi . O da Mustafa Kemal ‘in arkasına düşecek , Onun gittiği yoldan gidecekti . Amasya ‘da gürültülü mitingler yaptıran büyük adam , özgürlüksüzlüğün ne olduğunu elbette çok eskiden biliyordu . Tutsak bir ülkede , kendi göbeğinden giren kurşun , kim bilir daha nice yurttaşın kalbinden , ciğerinden girecek ve bu dram sürüp gidecekti .



Mehmet Kemal öldürücü can sıkıntısını yok etmek için ağzıyla türlü çalgıların seslerini taklit ederek türküler , şarkılar , melodiler çalmayı denedi . Nedir ki en kolay taklit edebildiği ut seslerinden başka hiçbirinde başarı sağlayamadı .

Dikkat etti ; ağzıyla ut seslerini çok andıran sesler çıkarabiliyordu . İlkönce birkaç melodi üzerinde çalıştı . Sonra gittikçe daha büyük parçalar ve şarkıları kolayca çıkarmağa başladı . Böylece , içinde çok acı , çok öldürücü bir duman gibi biriken ve gittikçe koyulaşan umutsuzluğunu oynak havalar biçiminde dışarı döküyor , oyalanıyordu . Bu , günlerce , aylarca sürdü ve ustalık kertesine vardı . Hindu nöbetçilerle , İngiliz askerleri artık , onu ilgiyle dinlemeye başlamışlardı . Demek ki ağız mızıkası ya da ağız udu , dinlenecek bir kerteye gelmişti . Her türlü ince – kalın sesleri öyle tatlı tonlarda çıkarıyordu ki , artık kendi de bunlardan hoşlanıyordu . Bu buluşa öyle seviniyordu ki . Udunu çalarken artık hiç kimseyi gözü görmüyor , gözleri açık olduğu halde içindeki genç müzik denizine dönük bulunuyordu . Artık , İngiliz askerleri sık – sık onun karşısında dinelip çaldığı havaları merakla dinliyorlardı . Ara – sıra ona bir sigara uzatıyor , onunla yarenlik ediyorlardı .

Hesaba göre , kumandanlık , Onun bu kış öleceğini sanıyordu . Mangal bile bu acıma mizansenden başka bir şey değildi . Nedir ki Mehmet Kemal , doğaya karşı ilk zaferini kazanmış , bahar sıcaklarında artık yumuşayan dudaklarıyla kendine bir müzik şöleni verecek duruma gelmişti .

Canı sıkılan İngiliz askerleri , bu garip mapusane hücresinin genç ve garip konuğunu seyretmeğe , onun ağzıyla çaldığı udu dinlemeğe , Onunla bir iki İngilizce laf etmeğe geliyor , tiryakiliğini bildiklerinden ona birer cigara uzatmayı da unutmuyorlardı .Bir gün geldi ki artık Mehmet Kemal , bir sigara alıp kulağının arkasına sıkıştırmadan İngiliz askerlerine ut çalmaz oldu .

Hele aydın yüzlü bir İngiliz askeri olan Robert , hemen her gün bir kez Onun yanına uğruyor . Ona bir iki cigara vererek ondan yeni bir şarkı dinliyordu :



“ Bonnivard !”

“ Ne var , Robert ? “

“ Bana biraz ut çalsana !”

“ Bir cigaran varsa çalarım !”

“ Al cigaranı ! “

Hep böyle olurdu . Mehmet Kemal , cigarayı alıp kulağının arkasına kor , sonra uduna başlardı . Robert kimi zaman başka bir arkadaşını da getirir , iki İngiliz askeri öldüren bu genç mahkumun nasıl tatlı bir insan olduğunu gösterir , ona bir de ut faslı dinletirdi . Onun gerçekten bir çalgı çalıyormuşçasına ağzıyla gösterdiği hüner , artık bütün kampta ün salmıştı . Gerçek ut sesleriyle bunları ayırt etmek her babayiğidin karı değildi .

İngiliz askerleri onun udunu dinleyerek çekilip giderken o da onların ateşiyle cigarasını yakar , sonra zincirlerini şangırdatarak sağa sola ikişer adım atar , her mahpusun yaptığı gibi sözde cigarasını tüttürerek volta vururdu . Ayaklarının uyuşukluğunu , gövdesinin tutukluluğunu ancak böylece biraz olsun giderebiliyordu .

İşsizlik , çalışkan ve zeki bir insan için , hele bu insan yirmi yaşında olursa , pek can sıkıcı , pek tehlikeli ve pek korkunç oluyordu . Mehmet Kemal sonucu belirsiz bir mahpusluğun bütün işsiz - güçsüz günleri arasında can sıkıntısından kendini öldürmek kertelerinde tedirgin olmağa başlamıştı . Onun bu can sıkıntısını öldürecek hiçbir melek yüzlü umar , yoktu : Ne okumak , ne yazmak , ne de konuşmak , birisiyle yarenlik etmek ! Tiryakilik kertesinde düşkün olduğu cigaraya da özlem çekiyordu . Beş parası yoktu . İşte , bundan dolayıdır ki onun içinde kabaran can sıkıntısı , yukarıda da söylediğimiz gibi , kutsal dirimi koruma atılımının korkunç baskısına uğradı . O zamana dek hiç ut çalmamış olan Mehmet Kemal , bir usta utçu gibi , ut çalmağa başladı . Ağızla keman çalınabilseydi bunu daha büyük hazla yapacaktı . Yazık ki dudakları , tellerde inleyen melodileri yaratmağa ya da ruhta kaynayan o hasta müziği havaya aktarmağa hiç de elverişli değildi . Ut için bu böyle değildi .İlk günler cigarasızlıktan son kerte sinir içinde , dudakları acemi kımıldanışlarıyla ilkel ut seslerini güçlükle çıkardı . Sonra yavaş - yavaş bu ilkel ve acemi seslerden ustaca melodiler çıkarmağa ve gerçek ut seslerinin kıvamına gelmeğe başladı .

Gündüzleri uyuşuk , umutsuz ve karamsar olarak uyumak , ya da gökyüzünü ve çevresini seyretmekle geçiren Mehmet Kemal , akşam karanlığı bastıktan sonra , hırçın bir müzisyen kesiliyor , ölüm kampının durgun ve sesiz havasını yüksek bir ut sesinin , dinlenebilecek güzellikleriyle dolduruyordu . Her gece , bir kaç saat durup dinlenmeden kendine , böyle taksimler yaratarak , müzik şölenleri veriyordu . Bu sırada hep anneciğinin belli alaturka şarkıları yineliyordu . Bu virtüözlük süresince bütün dünyayı unutuyor, ruhunun bütün tatlı ve ezik güçlerini bu şölende hazır bulunduruyordu .

Nöbetçi İngiliz ve Hintli askerler de artık bu ut seslerinin tiryakisi olmuşlardı : dinleyebilmek için türlü biçimde onu kışkırtıyorlardı .

Mehmet Kemal , bu yüzden cigara porsiyonunu sağladığı gibi İngiliz askerlerinden en şiddetli gereksinimlerine karşılık olarak ufak tefek armağanlarda alıyordu .

Artık cigaralar teker , teker değil de paketler biçiminde geliyordu . Karanlıkta bu cigaralar ateşböcekleri gibi birbirlerini kovalayarak yanıp sönüyordu .

Gündüzün , ilkbahar güneşi kampın tepesinden geçiyor , kanatları ısınan ve aşk hormonları çalışmağa başlayan eski dostu tarlakuşları , kahküllerini savura savura maviliğe doğru atılıyor ve oradan Shaskespeare ‘in aşk sonnetlerinde dediği gibi “ bulutların kapısında “ ince , duygulu türkülerini ahmak ıslatan yağmurlarının güzelliğiyle yağdırıyordu . Bu çok sevgili kuşlardan kimisi mapushanenin üzerinde sanki asılı duruyor , bülbülün ve kanaryanın bile kimi zaman imreneceği melodiler çıkarıyordu . Bu köylü kuşunun ötüşü Mehmet Kemal ‘i çığırından çıkarıyordu . O , ona bütün geçmiş yaşayışının türküsünü söylüyor gibiydi .

Bir kuğu , türkülerinin en güzellerini ölüm gününün arifesinde söyleye dursun , tarla kuşu en güzel türküsünü yalnız aşık olduğu günler söylüyordu . Kaplumbağaya bile fülüt çaldıran sevgi , tarla kuşunu en güzel aşk akrobatlıkları yapmağa da zorluyordu .



Tarla kuşunun yaşamak sevincinin ince müziğiyle çınlayan türküleri , nisan – mayıs ayları arasındaki bu ılık , çıldırtıcı havalarda son güzelliğini buluyordu . Mehmet

Kemal , bu türküleri , içinde ince bir özlem damarı sızlayarak dinliyor , sonra şöyle düşünüyordu : “ Ben hiçbir vakit bu kalın dudaklarımla bu sevimli kuşun melodilerine erişemem.”

Bir gün , bu kış neden çöküp gitmediğini düşününce çok garip bir sonuca vardı . Geceleyin düşlerini , gündüzleyin hülyalarını hiç bırakmayan Asula ile Müeyyet , onun fizyolojik varlığını da büyülü bir ateşle bombardıman ediyor, onu tatlı , tatlı ısıtıyordu . Evet , en sonra anladı ki kalbinin diriminin derinliklerinde kıvılcımlar yaratan tılsımlı bir fabrika , onun ölüme karşı savaşını destekliyordu . Bu karanlık umutsuzluk ve karamsarlık dünyasında çocukluğundan bu yana kafasının bir yanına ilişip kalmış kadın , kız ve sevgi kırıntıları , çoban ateşleri gibi onun varlığının en karanlık derinliklerinde yanıyor ve ışıldıyordu. Demek ki ölüme karşı direnen biricik güç , cinsel öğelerin varlığımızda kurduğu üslerdi . Hayaline takılan pek eski bir sevgili motifi , açık - saçık bir aşk biçimi , günlerce onun için ölüme ateş edilen bir mevzi , ya da bir barikat , bir baraj oluyordu . Dünyanın en tatlı düşleri bunlar değildi de neydi ?

Ölüme , şimdiye dek ancak gençlik gücüyle bir de aşk hülyalarının cinsel türleriyle ve müzikle karşı koymuş olduğunu anlayınca şaştı . Kimbilir , şu sevimli tarla kuşu da kışın korkunç ve ak hışmına belki de varlığının derinliğinde uyuyan bu tılsımlı atom fırınlarıyla karşı koymuştu .

Bir gün , kamp kumandanı , avluda ut sesleri işitti . Bu ortalam görev adamlarından bir İngiliz subayıydı . İçeri çalgı sokulduğu için son kerte kızmıştı .

Bağırıp çağırmaya başladı . Mehmet Kemal , onu işitmiyor , bir İngiliz askerine cigara karşılığında ut çalıyordu. Çalgı sesinin geldiği yana yönelen kumandan birden bire çalgının sustuğunu görünce şaşırdı .

Asker gardiyanlara :

“ Kim çalıyor bu çalgıyı ?”

Diye sordu .

“ Kumandanım çalgı çalan kimse yok burda “

“ Ben kulaklarıma işittiğime mi inanayım ,

yoksa size mi ?”

“ Kumandanım , kampta çalgı yoktur .”

“ Peki , siz de benim gibi bir çalgı sesi işitmediniz mi , Türk çalgılarından birininkine benzeyen sesler ?”

“ O çalgı değildi , kumadanım . Şu genç mahkum ağzıyla çalma taklidi yapıyordu .”

“ Ağzıyla mı ? Ağızla hiç böyle güzel çalgı çalınır mı ?”

“ Çalıyor kumandanım , isterseniz çalsın da görün !”

Kamp kumandanı Mehmet Kemal ‘i biliyordu . Onu bir çok kez görmüştü . Kışın onu soğuktan öldürmek için mangalı verdiren de ondan başkası değildi . Nedir ki şimdiye dek ona salt iki değerli İngiliz askerinin katili olarak bakıyor , onu hiç te ilginç bulmuyordu . Bu kez karşısına gelince ona şöyle alıcı gözle baktı . Mehmet Kemal , uzun boyu , geniş omuzlarıyla kumandanın karşısında doğrulmuştu . Kumandan , ona uzun uzun

Baktı . Dilenci kılığına girmiş olan bu delikanlının gözlerinde ve yüzünün güzel biçiminde aydın bir anlam parladığını görmezlikten gelemedi . Bunca çabaya karşın bir insan ruhunun koparılıp atılamadığını şaşkınlıkla görüyordu . Karşısındaki delikanlının bakışlarında hiç bir kin ve öç parıltısı yoktu . Tersine , bu gözler , insanın yüreğini eriten bir tatlılıkla ona bakıyorlardı . Bu gözlerdeki kinsizlik , belki de elinden hiç bir şey gelmeyen mahkumun kadere boyun eğmiş kaygusuzluğundan başka bir şey değildi . Çünkü , bunca işkence altında kin duymamak , normal bir insanın harcı değildi . İşkence altındaki insan ruhu , ancak septik ve akıcı , dalgalanıcı güçleriyle zamanın çetin koşullarını yenmeğe çalışıyor ve atılım anına dek bu septik durumu korumanın gerekli olduğuna inanıyordu .

Kumandan , bu paçavralar ve pislik içindeki genç adamı tepeden tırnağa süzdü . Soba borusu gibi Pantolonunun patlamış dizlerinden kirden kapkara olmuş donu dışarı fırlıyor , yırtık ayakkabıları içinde kirden kararmış ayakları ve ayak bilekleri görünüyordu . Uzamış saçları ve sakalıyla berduş örneklerinden birine benziyordu . Böylece İstanbul caddelerine çıksa mutlaka onu Tophane ‘nin ve Tahtakale ‘nin berduşlarından biri sanırlardı .

Kumandan , onu böyle uzun , uzun süzdükten sonra sorular sormağa başladı :

“ Bu çalgıyı ağzınızla çaldığınızı söylüyorlar , doğru mu ?”

“ Evet , efendim .”

“ Peki , bunu nasıl çalıyorsunuz ?”

Bu ahmakça bir soruya benziyordu . Nedir ki yine de bir karşılık vermek gerekiyordu .



“ Can sıkıntısından gebermemek için ! “

“ Biraz çalınız , dinleyelim , öylese .”

Mehmet Kemal , güldü . Somurtmak yarasızdı . Bir dakika, çalacağı parçayı aradı , sonra başladı . Kalın ve tatlı ut sesleri hapishanenin avlusunu doldurdu . Avluda kruvazman yapan Hindularla birçok İngiliz askeri de dinliyordu . Bu virtüözlük bir iki dakika ancak sürdü . Kumandan şaşırmıştı :



“ Ne de çok çalgıya benziyor !”

Diye yüksek sesle söylendi . Sonra , dönüp giderken :

“ Çalınız “ dedi , “ zararsız bir çalgı bu .”

İlkbahar , her gün güzelliklerini artırarak ilerliyordu . Mehmet Kemal , kampın duvarlarını aşıp gelen yeni , yeni çiçek kokularından , turnaların kesik çığlıklar atarak gece gündüz maviliklerde yüzüşünden , leyleklerin yeşillikler , ormanlar , göller , ovalar ve denizler üzerinden döne , döne çemberler çize çize geçişinden tarla kuşunun , artık , türkülerinin gökyüzü bölümünü bitirip tarlalardaki otlar , çiçekler , çimenler arasında kanatlarını yere sürterek eşinin çevresinde dönüşünden , baharın çok hızlı adımlarla ilerlediğini anlıyordu . Bilinmez bir yerden baygın iğde kokuları gelmeğe başladığında toprak kokusunun güzelliğini yaratan yaz başı yağmurlarını ve gökyüzünde açılan çocukluğunun en büyük en güzel düşler veren çiçeği Ebemkuşağın seyrederek deri derin içini çekiyordu . Gövdesinin dışını örten paçavraların sayısı ve iğrençliği arttıkça , içinde uzun egzersizler sonucunda gelişen güzelliklerin sayısı da artıyordu . Artık , doğanın en küçük , en sade varlıklarında bir güzellik , bir dostluk , bir cana yakınlık bulmağa başlamıştı . Taşların arasına sıkışmış küçük bir evliya otunun küçük yaşayışını büyük bir dikkat ve ilgiyle izliyor , öğle güneşinin kavurmağa çalıştığı bu zavallı , cana yakın canlıya her gün birazcık su püskürterek yaşayışını uzatmağa çalışıyordu . Arıkuşlarının , telefon telleri üzerinde yaylanarak , yanlarından bilmeyerek geçen bal arılarının üstüne korkunç bir hızla atılışlarını seyrediyor , arıların , bu uzun ve zalim gagalar içinde çektiği acıyı düşünüyordu . Bir kez , bu uzun , becerikli gagaların birisinden kurtulan çevik ve yürekli bir arı Mehmet Kemal ‘e doğru uçarak düşmanından uzaklaşınca arıkuşu da onun gibi yüreklilik göstererek yanına dek sokuldu ve avını kapmağa çalıştı . Mehmet Kemal ancak kalıpsız , kara , yağlı fesini sallayarak arıkuşunu kovdu . Arıyı onun gagasından

Kurtardı . Arı , biraz hırpalanmışsa da , sağdı . Onun dizleri üzerinde yürüyordu . Arıkuşları tatlı , çıngırak gibi sesleriyle ötüşerek uzaklaştı . Arı da uzun uzun tuvalet yaparak hırpalanan kanatlarını düzeltti . Birkaç kez başarısız uçuş denemeleri yaptı , toprakların içinde ters dönerek yuvarlandı . Sonra , eski biçimini alan kanatlarını açarak uzaklaştı , gitti.

Güzel sesli , ötücü kuşların hepsi de göçmendi . Bunlar, insanlar , hayvanlar gibi bir yurda bağlı değildi . Onların yaz vatanları başkaydı , kış vatanları başka .

Uzun , tehlikeli hava yolculukları yapıyorlar , Afrika ‘nın ortalarından kutuplara dek bütün topraklar , dünya bahçeleri , cennet gibi iklimler , onların vatanıydı . İnsanların ancak bir tek yurtları vardı . Onun dışına çıkan herhangi bir yurttaş , dirim hakkını bile yitirmek tehlikesiyle karşı karşıya kalıyordu . Demek ki dirimin sudan nedenlerle tehlikeye düşmeyeceği bir yurt , her insanın yeryüzü cennetinin tatarını tadacağı biricik sığınaktı . Şimdi , şu ötücü kuşlar , bir yurt düşüncesinin yanında bile geçmedikleri halde uçsuz – bucaksız bir yurt sahibiydiler . Onlar Türkiye denen bu tutsak topraklar parçası üzerinde bile kendi vatanlarında ve özgürdüler . Kampın üzerinden geçen , türlü renklerle süslü bu yeryüzü vatandaşları , özgürlük içinde yüzüyorlardı . İnsan , için hele şu günlerde bir Türk çocuğu için özgür bir vatan düşü , ne erişilmez bir güzellik taşıyordu . Yabancı orduların mahmuz şakırdattığı bir vatanda özgür bir insanın gölgesi bile bulunamazdı . Burada en sudan nedenler ve sorunlar yüzünden bir yurttaşın dirimi kolayca tehlikeye girebilirdi . İşte , kendi başına gelen , bunun en açık , en yakın kanıtıydı . Demek ki dirimin sudan nedenlerle tehlikeye düşmeyeceği bir yurt , her insanın en doğal hakkıydı . Namuslu insan , ancak özgür ve bağımsız bir yurtta yetişebilir , gelişebilir , yaşayabilirdi . Evet , her namuslu insana yeryüzünde bir yurt gerekti . Bütün huylarıyla kendisini yadırgamayan ve bütün huylarını yadırgamayacağı , sevebileceği bir vatan !

Tehlikelerden kuşlar gibi kolaylıkla uzaklaşabilmek , kaçabilmek , sıvışabilmek bir insanın elinde olsaydı , böyle bir vatan usuna pek az gelirdi . Madem ki tehlikelerle her zaman karşılaşmak , bir insanın tek başına sonsuz serüveninin dünyasında bir alın yazısı sorunu olarak görünüyordu , öylese ona her zaman dertli başını sokabileceği , ufacık bile olsa bir yurt gerekti .

Yabancı orduların gezdiği tutsak bir yurt , balta girmemiş bir ormandaki gibi tehlikeli bir ortam yaratıyordu .

Kışın , karşıki ölüm halkalarından sallanan ölülerin sayısı azaldığı halde ilkbahar geldiği günden beri yine çoğalmağa başlamıştı . Suçları hiçbir vakit bilinmeyen Türk çocukları , ölüm mangasının karşısında , umutsuz ya da yürekli bakışlarıyla boy gösteriyor , sonra barut dumanları ve bir yaylım ateş cayırtısı ortasında başları göğüslerine düşerek kımıltısız , asılıp kalıyorlardı .

Bu durum , Türklerle işgal ordusu arasında geçimsizliğin gittikçe artmakta olduğunu gösteren bir belge değil de neydi ? İşgal kumandanlığı büyük çapta bir çok Türkü Malta adasının kısır ve sıcak kayalıklarına sürmüştü .

Ufak tefek değerleri de eline geçirdikçe burada harcıyordu . İşgal ordusuna karşı yapılan her türlü sabotaj , ölümle bitiyordu . Yaz gelince bu ölüm şöleninin listesi daha da artmıştı . Artık , böyle yanı başında patlayıp duran on tüfeğin gürültüsü onu tiksindirmeğe , sinirlerini yine bozmağa başlamıştı . Patlayan salt tüfekler olsa neyse , her gün karşısında temiz yüzlü , temiz bakışlı genç , yaşlı insanlar can veriyordu Mehmet Kemal , yediği ekmek gibi biliyordu ki ölüm kampından İstanbul halkı bütünüyle bilgisizdi . Sonra , tutulup buraya getirilen zavallılar , hiçbir vakit nereye gittiklerini , nerede öldürüleceklerini bilmiyorlardı . Onlar yitik listesine giriyor , mutlaka aileleri de nereye gittiklerini hiçbir vakit öğrenemiyorlardı . Böyle olunca elbette , onların nereye gömüldüğünü ya da atıldığını bilen de olmuyordu .

Birkaç kez bol ve zengin yaz yağmurları geldi . Mehmet Kemal , barut ve kan kokusundan öyle iğrenmişti ki ilk yağmur avlunun sert toprağını dövmeğe başladığında iri damlaların altından kalkan nefis bir toprak kokusu , hemen havayı en güzel çiçek kokularının güzelliğiyle doldurdu . Mehmet Kemal , eskiden beri çok sevdiği bu kokunun duyguları , düşünceleri üzerindeki şehvete benzer korkunç ve tatlı etkisiyle kendinden geçti . Bütün yaşayışından hiçbir çiçek ve esans kokusu ona bu tatlı sarhoşluğu vermiş değildi. Sonra , güçlü bir atılımla sağanağa çeviren yağmur , karşı duvarı ve avluyu iyice yıkayarak temizledi . Yarım saat sonra da güneşli bulutlar arasından güzel bir ebemkuşağı

Doğdu . Çocukluk günlerini anarak bu güzelliğe uzun , uzun daldı .

Patlayan kafataslarından duvara sıçrayan beyin parçaları ve masum insan kanları temizlenmişti . Nedir ki bu temizlik pek uzun sürmedi . Yağmurdan sonra çocuk denecek yaşta bir genç , dağınık saçları ve yırtık pırtık üst başıyla halkalara bağlandı . Ölüm mangası rap – rap gelip karşısında yerini aldı. Çocuğun durumu ona öyle dokundu ki elini kaldırıp ona bir selam gönderdi . Çocuk ta şaşkın ,şaşkın onun haline bakıyordu . . O da ona başını eğerek selam verdi .

“ Aldırış etme , arkadaş , biz görevimizi yaptık !”

Demek ister gibi bir işaret yaptı .

Sonra teğmen geldi : “ fire “ komutunu bir kez daha verdi . On tüfek birden patladı . Avluyu barut dumanı ve kokusu kapladı . Çocuk hiç çırpınmadı . Küçük , cılız gövdesi, her yanından delik - deşik edilmişti . Taze bir kan , göğsündeki on delikten sızıyordu . Mehmet Kemal , her zaman olduğu gibi ateş komutu verilirken arkasını dönmüştü. Manga , uzaklaşırken istemeyerek dönüp ölüye baktı . Teğmen , bir ölüye bir de ona bakarak gülümsedi . Mehmet Kemal ‘in içinden korkunç bir tiksinti ve öfke yükseldi . Şu sırada bir Herkül gücüne sahip olmak , şu ölüm kampını sahiplerinin başına yıkmak için korkunç ve romantik bir istek duydu . Ne olurdu , insanoğlu , böyle çok sayılı anlarda salt birkaç dakika için ve salt çiğnenen adalet uğruna bir tanrı gücüne sahip olsaydı ! ..

Yaz , Mehmet Kemal ‘i hemen , hemen çokça , üzmeden geçti . Uzun günler boyunca yatıp uyuyor , kısa gecelerin yıldızlarını ya da ayışıklarını seyrederek gençlik hülyalarına dalıyordu . Bu mahpusluk olmasaydı hayalinin hiç bir vakit bu kerte zenginleşemeyeceğini düşünmeğe başlamıştı . Nedir ki onun hayali bir sürekli hastanın türlü komplikasyonlarla dolu hayali biçiminde genişliyor ve zenginleşiyordu . Bilinçaltının geniş ve karanlık ambarı , içinde bulunduğu hapishaneden daha da korkunç bir hapisane biçimine gelmekteydi . Orda , yedi başlı ejderhaların her şeye ve her- kese ve herkesten önce kendisine karşı pusu kurmuş beklediğini görüyordu . Ruhunda tutulmuş , birikmiş heyecanların ve güçlerin tehlikeli hamurundan meydana gelmiş korkunç bir bombanın gömülü bulunduğunu anlıyordu .

İnsanüstü bir güçle , şu kalın pranga demirlerini koparıp parçalamak ve şu demir kapıları birer yumrukta ezerek özgürlüğe kavuşmak konusu üzerine , içindeki şeytanlar, karanlıktan başlarını uzatarak onun kulağına hiç olmayacak efsaneler fısıldıyorlardı . Nedir ki ezilmiş ayak bileklerindeki halkaların korkunç direnci , hemen aklını başına getirmekte gecikmiyordu . “ Zahir , insanların böyle doğaüstü ve insanüstü güçlerle eş olduğunu düşündüğü de olurmuş ! Nedir ki akıllı bir insan , yanılmamak ve her zaman doğru düşünüp doğru davranmak için ara sıra İngilizler olmayınca kendi kendini prangaya vurmalıydı !”

“ Kanatlarınıza taş bağlayın “ diyen düşünür , doğrusu güzel bir söz etmiş . Ben de “ Kendi bacaklarımıza ara sıra pranga vurunuz ! derim “ diye düşünüyordu .

Yaz günleri , böyle yarı düş , yarı gerçek olarak geçti . Mehmet Kemal , bu sıcak ve güzel günlerin böyle hızlı geçip gidişine için için yanmaktan geri durmadı . Sıcacık , hamam gibi günlerin arkasından yine serin sonbahar ve ak fırtınalarıyla karakış , gelmekte gecikmeyecekti . O zaman , ikinci kara düş mevsimi başlayacaktı ki artık bundan sağ çıkıp çıkmayacağını Allah bilirdi . Üstünde - başında giynek ve çamaşır diye bir nesne kalmamıştı . Neredeyse yarı çıplak bir duruma düşmek üzereydi .

Neyse ki yaz günlerinin bir şefkat gibi sıcak havası onu her yandan sarıyor , çıplak ve yoksul olduğunu kendisine unutturuyordu . Güzün ilk serin geceleri , gelmekte olan kışın kendisini bir afet gibi kucaklayacağını şimdiden kendisine duyuruyordu . Evet kara – kara düşünmek zamanı gelip çatmıştı . Ne yandan düşünse iş , içinden çıkılacak gibi değildi. Kendi düşünceleri , kendi güçleriyle bu belalı yerden kurtulamayacağını acı acı hesaplıyor , görünüyordu .

Vaktiyle okuduğu bir sürü serüven romanındaki kahramanlar , içine düştükleri güç durumlardan nasıl da kolayca kurtulur , en aşılmaz engelleri nasıl da aşar özgürlüğe doğru savuşurlardı . Hele , tarihsel roman kahramanlarının bu erişilmez gücü ve becerikliliği , onu hayran etmekle beraber gerçeğin hiç te öyle olmadığını görmek gerektiğini anlıyordu . Kitap ve roman yazarları , kahramanların kalın demirleri kırışından , kalın ve yüksek duvarları aşışından ya da yüzlerce düşmanla boğuşarak hepsinin hakkından gelişinden hoşlanıyorlardı . Okuyucularının da bundan hoşlandıklarını bildiğinden böyle yazmak zorunda kalıyorlardı .

O yazarlardan biri , şimdi ayaklarından şu prangalara vurulsun bakalım kazın ayağı öyle miymiş çabucak anlardı .

Eğer , kendisi , şu prangaları kıramıyorsa , şu nöbetçilerin tüfeklerini ellerinden alıp hepsini tepeleyerek buradan kaçamıyorsa Aleksandır Düma ‘nın ya da Mişel Zevakonun kahramanlarından daha aşağı olduğunu kanıtlamazdı bu !

Hayır , gerçek hiç te öyle değildi . Tarihte kahramanlar yok değildi . Nedir ki her zaman insan güçlerinin sınırını aşmayan işleriyle , yüreklilikleriyle tanınmış kahramanlar vardı . Ötekiler , ancak , insanı devleştiren tarihsel roman sayfalarının yalancı dünyasında bulunuyorlardı .

Mehmet Kemal , yaşayışında hiç bir değişiklik olmadan güze girmişti . Güz de çoğu zaman uysal günleriyle olduğu yerde dursa ya , ne gezer ! O da koşar adım ak tipiler ülkesine doğru ilerliyordu .

Yine , ilk turna katarları , yanık çığlıklar atarak kampın üzerinden geçiyor , güneye gidiyordu . Hele geceleri , onların epeyce yükseklerden attıkları çığlıklar , sanki yıldızlardan geliyormuş gibi oluyordu . Küçük ötücü kuşlar da sürülerle geçip gidiyordu . Havada ilk kırağının genzi yakan acı kokusu duyuluyordu . Gökyüzünde artık , pamuk yığınlarını andıran kümülüs bulutları , gözükmüyor , sarımtırak suluboya yayıntıları gibi güz bulutları , salt insanın duygularını ateşleyerek uzuyordu . Artık Mehmet Kemal , havanın renklerini , kokularını ve rüzgarların çeşitlerini biliyordu . Bu alanda eskiden kalma bilgisi de vardı. Şimdi , bu bilgi bir sisteme girmekteydi . Gökyüzüne dikilen gözleri , bulut çeşitlerinin ruhuna ayrı ayrı verdiği melankolik üzüntü çeşitleri ya da renk biçimine girmiş uzak mutluluk hülyaları peşinde dolaşıyordu . Doğanın göğsünden fışkıran en küçük , en belirsiz kokuyu ve sesi , burnu ve kulakları çabucak yakalıyordu .

Sonra , güz yağmurları , sürekli , karanlık günler boyunca yağmağa başladı . Gövdesinde zincirlerini sık ,sık şıngırdatmağa yol açan kımıldama gereksinimi de baş gösterdi .

Ruhunun ölgün yüzünü değiştirecek ve süsleyecek hiç bir güzel olay geçmemişti . Ölü günler , yuvarlanarak gidiyordu. Yağmur , damlarda , karşıki ölüm duvarının üzerinde ve avludaki su birikintilerinde sıçrayıp duruyordu . Karadenizin karanlık ufuklarından devrilerek gelen bulut yığınları , kampın yükseklerinden hışmını , hıncını ve şiddetini boşaltarak bilinmez yerlere doğru geçip gidiyordu .

Mehmet Kemal , bugünlerin öldürücü üzüntüler , sıkıntılarla dolu şiddetini hiçbir vakit böyle güçlükle duymamıştı . Doğa güçlerinin kör gidişatı ortasında yarı çıplak ve yalnız başına bir insanın duyacağı bütün acıları şimdi bütün benliğiyle duyuyor ve anlıyordu .

Tevfik Fikret’ ‘in “ Yağmur “ şiirini ve onun eğlenceli uyumunu anıyor , kimi parçalarını ezberden okuyor ve bu yağmurla bir şehrin sıcacık odalarından seyredilmiş olan o yağmur arasındaki korkunç ayrımı çok iyi anlıyordu .

Doğa ortasında yalnız kalmış bir insanın başına yağmakta olan bu güz yağmurları , aynı zamanda öldürücü bir güç de taşıyordu .

Bunların yavaş , durgun bir yağış temposu vardı , ama , ağulu öldürücü güçleri , yavaş , yavaş yaşamağa hevesli , ama yuvası kalmış her türlü canlıya işliyor , onları yok ediyordu . Bu olay , bu yağmurların karanlık perdesi arkasında geçtiğinden hiç kimse ayırt edemiyordu . Nedir ki bütün bu zavallı canlıların yok olurken çıkardıkları acı iniltilerle çığlıkları , doğanın bu korkunç dramını Mehmet Kemal , çok iyi duyuyor ve anlıyordu . Kendi varlığının da bir sınav geçirdiği bugünlerde bu küçük ve korunaksız canlıların , içinde bulundukları tehlikeyi de daha derinden seziyordu .

Cırcır böceklerinin yaz türküleri kesilmişti . Şimdi , onların , duvarlardan yukarı uyuşuk uyuşuk tırmanarak sokulacak bir delik aradığı görülüyordu .

Sonra , bu can sıkıcı yağmurlar , birdenbire kesildi. Havalar , pastırma yazının umulmaz tatlılıklarıyla doldu . Bütün sineklerle böcekler ölmüş yaz havalarını çınlatan küçük hayvanların sazları , vızıltıları dinmişti . Tertemiz pastırma yazı güneşi , güney gök bitimi üzerinde parlıyor . Mehmet Kemal ‘in uyuşmuş kaslarını , kemiklerini sonsuz bir iyilikle ısıtıyordu . Kedilerle köpeklerin ilk yaz güneşinde geçirdikleri tadına doyulmaz baygınlıkları o da taa iliklerinin içinde duyuyor , bir kez daha doğanın babacanlığına hayran oluyordu .

Yırtık , patlak ot minderin üzerine uzanarak kalın zincirleriyle birlikte ısınıyor , kafasının içinde sıcacık gençlik hülyaları bir kedi sokulganlığıyla kımıldanıyor , sürtünüyor , dolaşıyordu . Gözkapaklarının üzerindeki okşayıcı pastırma yazı güneşi , onu hiç tedirgin etmiyor , sarı bir aydınlık , ruhuna dek yayılıyor ve içindeki genişliklerde mutlu bir müzik yaratıyordu .

Gardiyan Robert’in sesi , birdenbire kulağının dibinde çınlayarak bu zengin düş , ışık ve renk dünyasını param parça etti :

“ Bonnivard !”

Mehmet Kemal , yerinden doğrulmadan gözlerini açarak Robert ‘i gördü . Genç askerin yüzü şefkat dolu gibiydi .

“ Ne var , Robert ? “

“ Kalk da doğru otur .”

“ Neden ? Bu da yeni bir buyruk mu yoksa ? “

“ Yok canım . Büyük bir İngiliz kumandanı buraya denetlemeye geliyor .”

“ Kim bu büyük kumandan ? Hem artık benim için yeryüzünde büyük , küçük hiçbir şey yok . Yok olmakta olan bir insan , kendi öz acısından daha büyük bir şey tanımaz dünyada .”

“ Bonnivard ! Dinle ! Belki onun gelişi senin için hayırlıdır .

Seni bu kötü durumda görürse belki affeder , çünkü yetkisi vardır . “

“ Kimdir bu önemli adam Allah aşkına ? Herhalde , İngiltere Kralı Edvard hazretleri değil ya ? Lloyd George mu yoksa ? Ha sen kumandan demiştin , değil mi ?

“ General Harrington ! İngiliz işgal Orduları kumandanı ! “

“ Eh epeyce önemli bir adam . Ama , onun bana iyiliği dokunamaz . O , beni mutlaka öldürtür . Benim hala yaşadığımı görürse mutlaka öldürtür . “

“ Yine de sana bir iyiliği dokunacak gibi geliyor bana .”

“ Robert ! Ben öyle insanlıktan çıkmış bir durumdayım ki belki beni karşıki duvarda temizletmeyi daha uygun bulur . Böylece İngiliz adaletinin korkunçluğunu kimseye göstermemek için bunu yapmak zorundadır . Beni , sonra tehlikeli bir tanık olmayayım diye bir mikrop gibi temizletmek ister .”

“ Hiç sanmam ! Sizin başınızdan geçen kazanın içyüzünü biz biliyoruz . Bunu herhalde Harrington da bilir . Sonra sizi bir türlü kurşuna dizemeyişleri bu yüzden değil mi ?

Gerçi , bugünkü durumunuz , size hadden aşırı sert davranıldığını gösteriyorsa da yaşamak , soluk almak , yine de bir şeydir , değil mi ?”

“ Evet , o yandan talihli sayılırım . Çıkmayan canda umut var , demişler .”

İyi yürekli İngiliz askeri , teftişe hazırlanmak üzere savuştu . Bahçede karşılıklı gidip gelen Hinduların dönüşleri daha sert , daha cakalı oluyor , birleşen topukların sesi havayı dövüyordu .

Mehmet Kemal , Robert ‘in vermek istediği umudun bütün bütün boş olduğundan kuşku etmiyordu . Onun içinde, bütün felaket görmüş ve bu felaketler , yaşayışında sık , sık yinelenmiş olan insanlarda olduğu gibi , olumsuz bir düşünce yer etmeğe başlamıştı .

Doğanın korkunç şefkatine bırakıldığı günden beri bir yıl geçmişti . Bu süre içinde ölmemiş olması , belki General Harrington ‘u kızdıracak , kumandan , hemen onun kollarının halkaya geçirilmesi için bir dakika bile düşünmeden karar verecekti . Kafasına takılan bu kaygu tohumu , filizlenmeğe , boy atmağa başlamıştı .

Böyle uzun süren azap ve işkenceden sonra yaşamayı hak etmişken ölüme gönderilmesi belkisi , onu yeniden isyan ettirmişti . Kaslarının içinde yer – yer ıspazmozlar oluyor , hava , sıcak olduğu halde dişlerinin birbirine çarpmasını bir türlü önleyemiyordu .

General Harrington şu sırada ona , yaklaşan bir tehlike gibi görünmeğe başlamıştı .

En sonra , işi oluruna bırakmasının daha doğru olacağını düşünerek rahatladı .. Gövdesini sarsan spazm olar durdu . Korkunu , ölüme yararı olamayacağını kendi kendine üst üste söyleyip duruyordu . Nedir ki genç dirimine acımadan da edemiyordu . Buraya yirmi yaşında gelmişti . Şimdi , yirmi bir yaşını doldurmuştu . Şakaklarındaki aklar, son günlerde birkaç tane daha artmıştı . Bunu cebinde sakladığı küçük bir ayna kırığıyla görüyordu .

Öğleye doğru dışarıda bir kaç otomobil homurtusu işitildi . Beş dakika sonra avluda ince uzun boylu , sarışın , mavi gözlü küçük dik bıyıklı ve göğsü nişanlarla süslü bir İngiliz generali , arkasından subaylardan bir demetle göründü . Anlaşılan bu ünlü idam yerini ilk kez görüyordu . Halkalara dikkat ve ilgiyle bakıyordu . Yüzbaşı Bonnett ‘in Kroker otelindeki işkence zindanı ile bu ölüm kampının kurşun cıvıltılarıyla çınlayan avlusu , görmese bile bu güçlü kumandanca çok iyi biliniyordu .

General Harrington , konuşmadan yürüyor , salt dikkatle bakıyordu . Mehmet Kemal ‘in bir duvarı ayazdan hücresinin önüne gelince durdu . Mehmet Kemal , zincirlerini şangırdatarak doğruldu Giymekleri ve çamaşırları lime , lime üzerinden akıyor , saçları , taş çağı insanlarınınki gibi omuzlarına dökülüyor , kalıbını yitirmiş olan fesi bu bol saç kümesinin tepesinde kalıyordu . Kumral sakalları , yüzünü temelli örtecek şekilde büyümemişti . İsyan eden acı bir melankoli ile dolu gözleri , kaygusunu belli etmeden generalin soğuk , çelik mavisi gözlerinin içine bakıyordu . Generalin ona büyük bir ilgiyle baktığı görülüyordu . Mehmet Kemal , onun bu ilgisinin türünü anlamak için yüzündeki soğuk maske üzerinde belirecek çizgileri büyük bir sabırsızlıkla bekliyordu . Öteki İngiliz subaylarının da ilgisi büyüktü . General Harrington , bir dakika Mehmet Kemal ‘e baktıktan sonra müdüre :

“ Bu mahkum kimdir ve neyin nesidir ?”

Diye sordu . Hapishane kumandanı .

“Yüksek Kaldırım ‘da iki İngiliz askerini öldüren delikanlı !”

“ Haa ! Şu mu ? Anladım . Yalnız , bu pek ayıp ! Ne zamandan beri yatıyor bu adam burada ? “

“ Tam bir yıldan beri !”

“ Kış – yaz hep aynı yerde mi yatırdınız bunu ? “

“ Evet verilen buyruğa göre !”

“ Bu kılıkla mı ? “

“ Evet verilen buyruğa göre !”

“ Böyle yataksız battaniyesiz mi ? “

“ Evet , verilen buyruk üzerine !”

“ Aferin bu Türk ‘e görülmemiş bir sınav geçirmiş !”

Bu kez doğrudan doğruya Mehmet Kemal ‘e ünledi .

“ Delikanlı “ dedi “ doğrusu şu çelik gibi gövden ve direncinle İngiliz adaletini utandırdın .”

Kamp kumandanına :

“ Hemen şimdi bu delikanlı serbesttir “ dedi . “ Şimdi , işlemini yapıp onu serbest bırakın . Nereye isterse gidebilir .”

Yine Mehmet Kemal ‘e .

“ Ne yapalım , genç adam , çoğu zaman öç alma duygusu adalet duygusunu gölgeliyor “ dedi .

Harrington, avluda uzaklaşırken Mehmet Kemal , ömrünün en büyük sevinci içinde kalbi duracakmış gibi bir baygınlık duydu , sonra ot mindere çöktü , hıçkırarak ağlamaya başladı .

Robert , bu sırada , elinde pranga kilitlerinin anahtarlarıyla koşarak geldi . Anahtarlar , kilitler içinde son kez döndü . Ayaklarının bileklerinden çıkarılan demirler , beton üzerinde çöreklenerek öldürülmüş dev bir engerek yılanı gibi kımıldamadan kalakaldı .

Sonra , Mehmet Kemal yavaşça ayağa kalktı , bir iki dakika ayakta dikilip durdu . Ayakları öyle yeğnikleşmişti ki kendisini boşlukta uçacakmış gibi hissetti . Yürüyüş dengesini bulabilmesi için uzun egzersizler yapması gerekiyordu . Ufacık bir adım atmak için uzattığı ayağı yarım metre havaya kalkıyor , avludaki İngiliz askerlerini güldürüyordu .

Robert gülerek boşuna :

“ Yürü , Bonnivard , yürü , serbestsin !”

Diye bağırıyordu .

“ Sen biliyorsun , Robert , ben şimdi . velles ‘in aydaki insanlarından birisi gibiyim . Demirlerin , alıştığım ağırlığı gidince ayaklarımı azıcık kımıldatsam uçuyor gibi

oluyorum. “

Robert , ona yinelemekte zevk duyuyor gibiydi :

“ You are free , Bonnivard , you are free !”

“ Serbestim , evet , serbestim , ama , serbestlik içinde yürüyüşümü yitirmişim ben , anlamıyor musun .”

Yerde engerek düğümü gibi kıvrılmış yatan demir halkalara hem tiksinti hem de şefkatle baktı . Onlar , hem kendisinin özgürlüğünü bukağılamış , hem de ona en candan arkadaş olmuştu . Ama , ne de olsa melun nesnelerdi onlar !

Direncini toplayarak zincirlerinin eskiden uzanabildiği sınırdan bir iki adım dışarı attı , kendine güven geldi : bir iki adım daha attı . Şimdi , pastırma yazının bütün sıcaklığıyla ısıttığı avlunun ortasındaydı . Halkalar doğru elinde olmadan birkaç adım ilerledi . Robert , ne yapacak diye gülümseyerek ve ilgili gözlerle ona bakıyordu .

“ Haydi , Bonnivard” dedi , “ o kapıdan çıkılmaz . O kapıdan başka yerlere gidilir . Kapı , bu yandan !”

Bunun üzerine , Mehmet Kemal , bir düşten uyanır gibi kafasındaki bütün kara düş karanlıklarını silkip atmağa çalışarak Robert ‘in ardınca yürüdü . Almanların kaz adımı dediği askerce yürüyüşe benzer bir yürüyüşle , bacaklarını kalçadan atarak yürürken kendini bütün direnciyle kontrol etmeğe de boşuna uğraşıyordu .

Kağıtları düzenleninceye dek kalemde oturdu . Sonra kampın dışına çıkması için serbest bırakıldı . Robert , onu cümle kapısından dışarı yolcu ederken kimsenin görmemesine dikkat ederek eline askerlik harçlığından birkaç kuruş sıkıştırdı .

“ Bunları al “ dedi . “ biliyorum bir tramvay paran bile yok . Bonnivard ! Hükümetler , birbirlerinin düşmanı olabilirler , ama sen ve ben birbirimize düşman olamayız . Bireyler birbirine düşman değildir . Ben İngiliz işçi partisindenim . Biz de burada görev yapıyoruz . Goodbye Bonnivard !”

Bunu söyleyerek hararetle onun elini sıktı . Mehmet Kemal bu sıcakkanlı , iyimser ruhlu , düşünen bir kafa sahibi olan genç İngiliz ‘de sömürgeci İngiliz tipinden çok ayrı bir ruh bulunduğundan ona yüreğinden minnet duygusu taşarak baktı . Çil paraları cebine indirerek serbest insanların kaygusuzca yürüdüğü bir sokağa saptı . Ana caddeye çıkınca kendisine korkulu gözlerle bakan birçok insanın bakışlarındaki anlamı yakaladı ve buna sonsuz üzüldü . Demek ki üstünün , başının saç ve sakalının bu berbat görünüşü halkı ürkütüyordu .

Demek ki bu kılığıyla onu tehlikeli bir berduş , bir serseri sanıyorlardı . Kime dert anlatabilirdi ? Nereye gideceğini bilmiyordu . İstanbul yolu onu ürkütüyorsa da ilk yakın umutları , karısı Asula ve paraları ordaydı . Anadolu toprağına basmışken yürüyerek İzmit ‘e dek gitmeyi , Anadolu ‘nun içerlerinde Amasya ‘ya gidebilecek bir yol bulmayı düşünüyordu . İstanbul , tuzaklarla doluydu . Evet , en iyisi , yayan , düşe kalka , hanlarda sabahlayarak , köylere sığınarak Anadolu ‘nun temiz topraklarına doğru ilerlemeliydi . Orda Türk Ordusuna katılıp her türlü zinciri kırmak için çalışmalıydı . Evet , bundan sonra ancak böylece yaşayışının , soluk alışının dünyada bir anlamı olacaktı . Kararını vermişti . İstanbul ‘u arakasına alarak Anadolu yönünde henüz düzensiz olmakla beraber uzun adımlarla ilerlemeğe başladı . Kıyı yolunu izleyerek ilerleyecek , ilerleyecekti . Evet bağımsızlıktan , özgürlükten başka her şey boştu . Hızlı , hızlı yürüyordu . Solundan İstanbul ‘a doğru geçen bir tren , uzun ve hırçın düdük sesleriyle bağları , bahçeleri , çın – çın öttürüyordu . Ah cebinde birkaç kuruşçuğu olsaydı bu korkunç ve tehlikeli yerlerden ne çabuk uzaklaşır . Kutsal Anadolu toprağına ne çabuk erişirdi .

Elleri Pantolonunun cebinde doğuya doğru acı , acı düşünerek ilerlerken karşıdan öğretmenlerinin yönetiminde çift sıra olarak bir ilkokul öğrenci topluluğunun geldiğini gördü . Bir şarkı da söylüyorlar , alınları yukarda ayaklarını rap – rap yere vurarak ilerliyorlardı . Yanından geçerlerken söyledikleri şarkıyı iyice anladı :

Ey vatan göz yaşların dinsin yetiştik çünkü biz !

Bu şarkının derin anlamı onu birdenbire çarptı . Durdu , yinelenen şarkıyı gözleri yaşararak dinledi . Çocuklar geçip gitmişti . Arkalarından bakarak onların durmadan yinelediği şarkıyı can kulağıyla dinliyor , gözlerini perdeleyen yaşlar arasından hıçkırarak çocukları seyrediyordu . O , bir yıldır yurt denen cennetin özlemini çekiyordu . Okul çocuklarının bu şarkıyı korkusuzca söylediği şu cadde demek özlediği yurdun bir parçasıydı . Çocuklar , bunu haykırıyordu .

Göğsü , bir yıldır yitirdiği insanlık gururunun havasıyla doluydu . Bir yurda giren her yabancı , ilk kez insanlık gururunu öldürüyor , insanı paslı zincirlerin dostluğuna inandırıyordu . Bir yıldır , düşman askerlerine ağzıyla ut çalarak cigara alan kendisi değil miydi ? Yemeğini veren de onlardı . Bunu yemeğe katlandıktan sonra şaklabanlık yaparak cigaraya kavuşmak isteyişi de ne iğrenç bir davranıştı .

Dönüp ölüm kampının barakalarına bir daha baktı . Kulelerinde makineli tüfekler yuvalanmıştı . Bunların başında Hintli Sih asker dikiliyordu . Barakaların kapısı önünde iki Hintli nöbetçi de tüfeklerini sopa gibi omuzlarına atmış , çaprazlama gidip geliyorlardı .

Dışarıdan suspus olmuş görünen bu yapıların içinde yurt özlemini ateş biçimine getiren bir yabancı zulmünün yuvalandığını bu caddeden geçenler , hiç bir vakit anlayamazlardı .

Yine , çocukların arkasından baktı . Artık sesleri çok uzaktan geliyorsa da onun kulaklarında “ ey vatan “ sözü çın – çın çınlıyordu . “ Evet , vatan ! İşte bu zincirlenmeğe çalışılan vatanı Anadolu ‘da Mustafa Kemal ve arkadaşları , Türk Halkının başında canlarını dişlerine takarak kurtarmağa çalışıyorlardı . “ Ah , ben de aralarına karışabilsem , ben de bu kutsal topraklara ayak basan alçaklara birkaç kurşun olsun atabilsem ! Atabilsem de ondan sonra ne olacaksa olsa ! “ diye düşündü . İzmit ‘e doğru yürümekle İstanbul ‘ da varlığını düşündüğü iki olanağı bir kez daha yoklamak arasında ufak bir ikircik geçirdi . “ Ey vatan “ diye haykıran çocuklar , onun paçavraya dönmüş olan moralini düzeltmiş ona savaşma , boğuşma , doğruya ve adil olana doğru gitme duygusunu aşılamıştı .

İstanbul ‘da bıraktığı güzel karısı Asula ‘yı bir yıl boyuna düşünmüş , onun güzelliğinin hayalini kullanarak nice umut sarayları kurulmuştu . Gerek ona gerekse Amasya ‘dakilere bir haber uçuramamak olanaksızlığının verdiği üzüntü , onun yüreğinde kahpe bir kötü hastalık gibi işleyip durmuştu . Ne var ki 1921 yılının bu soğuk gününde İstanbul ‘a gidip Asula ‘yı aramak ve dedesinin dükkanından alacağı kiraya kavuşabilmek , şimdilik iki güçlü olanağa sahip olmak demek olduğu halde ayakları bir türlü İstanbul yönüne gitmek istemiyordu . Ordan iyice yılgındı . En sonra korka çekine İstanbul ‘a gidip karısını arama kararını verdi ……..” Bostancı ölüm kampı , pek çok güzel düşlerini öldürmüşse de onda yangınlı bir yurt ve özgürlük özlemi yaratmıştı……


Free Web Counters